İnsanlar bıçaklanmayı affedebilirler de, aşağılanmayı bağışlamazlar. Çünkü bıçağın ette açtığı delik kapanır; gururdaki hakaret yarası hep açık kalır.
En yaralayıcı aşağılama da kişinin değiştiremeyeceği bir özelliğine, örneğin milliyetine ilişkin küçümsemedir. Biri pis derse temizlenirsiniz, rüküş derse kılığınızı düzeltirsiniz, sarhoş derse ayılırsınız; ama etnik kökeninize burun kıvrılırsa değiştiremezsiniz onu. Üstelik sizinle birlikte bütün soyunuza sopunuza yapılan hakaret çok daha kırıcı olur.
Onur saldırısı kavminize dahil birinden gelmişse durum acayipleşiyor da.
Yurt dışında, değişik ülkelerde, hoşuma gitmeyen çeşit çeşit soydaş gördüm. Aralarında Türkçesi paslanmış, kökenine yabancılaşmış, cezaevlerine düşmüş, uyuşturucuya alışmış, fahişelik etmiş olanlar vardı. Hiçbiri oralardaki Türk karşıtı akımlara katılmış görünerek akılları sıra puan kazanmaya çalışan soytarılar kadar sinirime dokunmamıştı.
Bunlar kapılanma derdine düştükleri ortamlarda başarılı olamamış, yerlilerden daha yerli davranıp göze girme hevesine kapılmış tiplerdi.
Hiç değilse eziklik ve zavallılık özrü vardı onların. Yabancılar arasında iyi yerlere gelebilmiş olduğu halde öyle davrananlara ne demeli?
***
Hanımın adını anmak bile istemiyorum. Bukalemun kurnazlığını
"yükselme" anahtarı sayan politikacılardan. Malatya doğumlu. Gittiği Almanya'nın bir eyaletinin Sosyal Demokrat Partisinde şans gülmüş yüzüne. Göçmenlerle aranın iyi tutulmasında işe yarar diye kendisini Uyum Bakanı yapmışlar.
Oralardaki soydaşlarımız pek sevinmişler buna.
"Hem bizden, hem kadın, hem de sosyal demokrat olduğuna göre, göçmen emekçilerimizin sorunlarına ne biçim ana şefkati gösterecektir!" demişler.
Ama fena halde yanılmışlar. Tam ters yönde sesler çıkmaya başlamış Uyum Bakanı hanımefendiden. Vize zorluklarını savunuyor, partinin genel başkanının göçmenler lehine gündeme getirdiği önerilere itiraz ediyor, bakanlığını desteklemiş olan Almanları bile şaşırtıyor.
Basına yansıyan demeçlerinden bir örnek: "
Almanya'da ne kadar Türk olursa huzursuzluk o kadar artar."
Ama haksızlık etmeyelim. Belki bu sözündeki gerçek payını görmek gerek. Kavmimiz içinde
"Her koyun kendi bacağından asılır, gemisini kurtaran kaptandır" ilkelerine sımsıkı bağlanan ve de o başarının başka insanları harcayarak sağlanacağına inanan çok kişi var galiba.
Aynı, kendisi gibi.
***
Bir başka haksızlıktan da kaçınmalıyız.
Kimi Avrupalıların Türkleri ikinci sınıf insan saymalarına, horlamalarına, dışlamalarına kızıyor, öyle davranmanın ilkellik ve küstahlık olduğunu söylüyoruz... Bu iddiamız doğru mu?
"Elbette doğru, çünkü öyle davranmak gerçekten ilkellik ve küstahlıktır" demeden önce bir durup düşünün. Kimi "beyaz Türkler" kentlerine gelen Anadolu köylüsüne öyle davranmadılar mı? Birçoğu bugün de aynı tutum içinde değil mi?
Havai etik ve felsefe sorusu sanmayın bunu. En somut, en büyük, en ivedi sorunumuzun kalbi. Kürt kökenli vatandaşlara birçok pratik
"ödün verilir" iken niçin sevinçten zıplamadıklarına şaşanlarımız var. Anlamıyorlar ki onlar çok yakın geçmişe kadar "
siyah" sayılmış olmayı sineye çekmekte zorlanmaktalar.
Bir Karagöz gösterisini geleneksel biçiminde seyretme fırsatını bulsanız sorunu en net biçimde görürsünüz. Oradaki Kürt tipi kaba saba, laf anlamaz, doğru dürüst konuşamaz bir hödüktür. Söylemeye utanıyorum ama, acı bir gerçek: Benim çocukluğumda İstanbul evlerinde
"kuyruklu Kürt" lafı geçtikçe salak salak gülünürdü.
Ecdadımızın ve yakın geçmişin ayıplarının kalıntılarını giderecek tek panzehir maddi olduğu kadar manevi gerçek eşitliği gönüllerimize sindirmektir. Yoksa Almanya'daki Uyum Bakanı haspadan beter ofsayt durumumuz sürer.
Çünkü insanlar cinayeti affetseler de hakareti bağışlayamıyorlar.