Kurmaylar plan yaparken bütün ihtimalleri hesaba katar, her birini karşılama seçenekleri hazırlarlar. "A olasılığı gerçekleşirse şunu uygular, B durumuyla karşılaşırsak şöyle davranırız" diye.
Bush'un Saddam'la çatışmaya girdiği günlerde bir Amerikan generali CNN röportajcısının "Yenilirsek ne olur?" sorusunu gülümseyerek şöyle yanıtlamıştı:
"Bu savaştaki seçeneklerimiz arasında yenilgi yok."
Yani: "Öyle kötü şeyler olur ki, o olasılığı göze alamayız. Uygun sonuca ulaşmak için nelerin uygulanması gerekiyorsa hepsini yapmak zorundayız."
Türkiye'de değişik kesimlerin bir ortak hastalığı var. İhtimal olmayan ihtimaller kafaya takılıp paranoya yaratılarak hasım görülenlere baskılar uygulanıyor. "Komünizm tehlikesi" teranesiyle 60 yıl kan kusturuldu pek çok insanımıza. Arkadan "İran olma tehlikesi" kimi aydınımıza kâbus gördürdü; hâlâ da gördürüyor.
Gerçekte ülkemizin tek olası çizgisi daha çok özgürlüğe, eşitliğe ve insancıllığa yönelerek kalkınmak. Öyle de olacak. Çünkü başka seçenek y-o-k!
***
Olumsuz tarafından bugün ne var Türkiye'de? Her şeyden önce, daha fazla sürdürülmesi somut felaketler yaratacak bir müzmin çatışma var. Nasıl sona erdireceğimizi düşünmekteyiz kara kara.
Derken bir seçenek gündeme getirildi soru biçiminde:
"Türklerle Kürtler bir arada yaşamak zorunda mıdırlar?"
Havanda su döver gibi, onun tartışması yapılıyor günlerdir.
Niçin havanda su? Çünkü seçenek değil o
"seçenek". Uygulanabilirliği yok. Nasıl tahin helvasının tahiniyle şekerini ayıramazsanız, Türkiye Cumhuriyeti nüfusundaki insanları da etnik kökene göre ayıramazsınız.
Yapılabilecek tek şey ülkemizde herkesin gerçek eşitlik içinde uygarca yaşamasının sağlanmasıdır. Lafta değil, uygulamada, düşüncede, duyguda eşitlik içinde.
Elbette görev en başta iktidara düşüyor.
"Taş atan çocukların hapsedilmesi" ayıbına son vermek iyi bir ilk adım olacak.
O durum temelde yanlıştı. Adı üstünde: çocuk. Yetişkin olmamış insan hapsedilmez. Yetiştirilir. Eğriliği varsa düzeltilmesine çalışılır. Olumlu sonuç alınabilmesinin ilk şartı da yetişkinlerin kendi eğriliklerini düzeltmeye başlamalarıdır.
***
Peki, o çabada Kürt tarafına da düşen görev yok mu? Var tabii: duygu ikliminin doğru yönde değiştirilmesine katkıda bulunmak. İlk adım olarak, gerekli soruları sorup içtenlikle yanıtlamaktan kaçınmamak.
Mehveş Evin söz konusu taşları atan çocuklardan birinin annesiyle Cizre'de konuştuklarını anlattı Milliyet'te. Nebahat Türkçe bilmiyor. Okuma yazması da yok. Anasını babasını trafik kazasında kaybetmiş.
İçinde halı ve yastıktan başka eşya olmayan tek göz odada yaşıyor. Kumara düşen kocası tarafından terk edilmiş. Altı çocuğuna komşu çamaşırı yıkayarak ve çaycılık yaparak bakıyor.
En büyük oğlu 15 yaşındayken bir yürüyüşe katılıp görüntülenince tutuklanmış. Polisler sabahın üçünde evi basıp götürmüşler.
"Onları görünce heyecandan bayıldım" diyor Nebahat.
"Param olmadığı için cezaevi ziyaretine gidemiyorum Midyat'a. Oğlum orta üçü bitirmişti. Çalışıp kardeşlerine bakacaktı. Şimdi yalnız kaldım."
Oğlunun gösteriye katılmasını niçin engellemediği sorulunca söylediği şu:
"Hep uyarıyordum. Çamaşıra gittiğimde katılmış yürüyüşe. Taşlarla Kürdistan kurulmaz ki..."
İçiniz sızladı, değil mi? Benim de. Buluşsak sevgiyle saçlarını okşarım Nebahat'in. Elimden gelen yardımı yapmak isterim. Ama püf noktayı gözden kaçırmayalım:
Kürdistan'ın taşlarla kurulamayacağını söylüyor. Kurulmasını istemediğini değil.
Niçin, Nebahat? Niçin, canım kızım? Ülkemizden koparılacak parçalarla Kürdistan kurulamayacağı, öyle seçenek bulunmadığı bir yana, Türkiye neyimize yetmiyor? İkimizin olması şartıyla.
"Bugün ikimizin değil ki" diyeceksin.
Onu öyle yapmaya çalışalım. Hepimiz. El birliğiyle. Taş atmadan, gaz sıkmadan.
Olmayacak şeylerle uğraşmayı bırakıp olabileceklere yönelerek...