Kâbusların içeriği karmakarışıktır; insanı bunaltan korkunçluklar birbirinden kopuk görünür. Ama hepsinin kaynağı ve ortak paydası o kişinin ruhsal derinliğindeki bir sıkıntıdır.
Dünkü Pazar tam kâbustu. Adı Babalar Günü. Sadistçe bir alay sanki.
Ölümlerin "sıralı" olması dilenir Allah'tan. Önce ana baba, sonra evlat. Tersi olursa hayatın en büyük acısı yaşanır. Dün o acının sergi panosuna dönmüş bütün baş sayfalarda 11 delikanlı gözlerimizin içine bakıyorlardı.
Önceki gece "faili meçhul" kurbanı aydınların yakınları anma gecesinde "Mahkemeler bizimle alay ediyor" diye çığlık attılar. Sürmekte olan soruşturmaların kapsamındaki tutukluların aileleri de bir parkta toplandılar aynı gün. Dile getirdikleri acılı tema: "Babamı bekliyorum."
Bunlar olurken politika cephesinden duyulanlar ise alışılmış sözlerdi. Lanetlemeler, azim vurgulamaları, hesap sorma vaatleri, bir de "Kabahat sende" diye rakip suçlamaları.
Ortak paydası ne hepsinin?
Sorunları netleştirememek. Sonuç alma yönünde, soyuttan somuta inememek. Kafasal dağınıklık.
***
Düşmanı lanetlemek değil, yenmek gerekir. Medyada kınanması, meydanlarda hainliğinin protesto edilmesi hep havada laf, havanda su. Düşman elbette haince davranacak; müşfik olacak değil ya.
Nasıl tepelenir? Niçin tepelenemiyor? Ona bakılmalı.
Profesyonel uzmanlığa saygım vardır. Hekimin işine karışmam. Ancak, verdiği ilaçları aldıkça hasta kötülüyorsa, sorular sorarım.
Asker de değilim. Ama savaşın pratiğinde bulundum. Hem cephede, hem karargâhta. Güneydoğu arazisinin çetinliğini biliyorum. Kore'de ve Bosna'da da düz ovada çarpışılmıyordu. Sis deniyor, karanlık deniyor, yağışlı hava deniyor. Hepsi oralarda da vardı. İnsansız keşif ve saldırı uçağı, sıcaklık sezme cihazı, karanlıkta görme dürbünü gibi icatlar ise yoktu. Öyleyken bu kadar kayıp verilmiyordu.
Sayıca çok üstün, özel istihbarattan da yararlandığı söylenen, en kapsamlı teknik olanaklarla donatılmış, üstelik uzun yılların yerel deneyimini edinmiş bir düzgün ordu niçin daha olumlu sonuçlar alamamakta?
İster istemez akla geleni söyleyeyim. Acaba hız kesen, sorumluluk yüklenerek atak davranılmasını güçleştiren kaygılar ve çekinceler mi var?
Konu tabu değildir. Tartışılmalı. Varsa tıkanıklıklar giderilmeli. Şehitlerin boşuna ölmüş olmaması öyle sağlanır.
***
Maktul aydınlar konusunda da püf nokta o. Her yıl anmakla, yakınmakla, lanetlemekle, türküler ve şiirler söylemekle bir yere varılmıyor.
"Derin devlet" gibi kavramlar soyut. Sorumluluğu somuta indirgeyip kişiselleştirmek, suçluların yakasına yapışmak şart.
İspanya'da, Arjantin'de, Şili'de öyle yapıldı. Faşizmi kınamakla yetinilmedi, Pinochet gibilerden hesap soruldu.
Türkiye'de de elbirliğiyle aynı sonuca yönelmeliyiz.
***
Açılımlar konusundaki son tablo
"hem suçlu, hem güçlü" sözümüzle anlatılan durumun çarpıcı bir örneği.
Evet, Kürt açılımı adıyla başlatılan girişimin ön hazırlığı yeterince yapılmadı. Hükümetin kabahati. Evet, Habur'dan giriş en barışseverleri bile rahatsız eden bir zafer gösterisine dönüştü. O tarafın ahmaklığı.
Ama akıllı bir muhalefet yanlışların nasıl düzeltileceğini belirtir, gelişmenin raya oturmasıyla puan toplardı. Öyle yapmayıp sevinçle yol tıkama cezbesine kapıldı, konuyu görüşmekten bile kaçındı, çözümsüzlükten kendi hesabına siyasal avanta sağlamak için elinden geleni arkasına koymadı. Evelallah başarılı da oldu.
Şimdi
"Oh ya, oh ya, açılımlar nasıl da tıkandı!" diye sırıtarak nispet vermeler yok mu?
İşte o illet ediyor insanı.
"Kına lazım mı?" diyeceğim ama, bugün üslup düşürmek şehit tabutlarına saygısızlık olur.