Türk Lirası'nın değer kaybının, ihracatı teşvik ederken ithalatı frenlemesi, anlaşılır bir durumdur. Sorun; cari açığı azaltma yönündeki atılacak "kur" adımlarının, bıçak sırtında bir denge üzerinde yürüme zorunluluğunda yatıyor.
Yalnızca ithalatı değil aynı zamanda iç talebi de daraltan bu durumun kredi talebini kısmanın da bir yöntemi olacağını söylemek mümkün.
Fakat biliyoruz ki yüksek kur, iyi bir üretim politikasıyla harmanlanmazsa, daralma tehdidini de beraberinde getiriyor. Uzun dönemde kurun yükselmesi, cari açık üzerinde "kalıcı" sonuçlar verecek ise (özellikle ihracata yönelik) üretimi, "eşanlı" olarak gözden geçirmekte fayda var.
İthalata aşırı bağımlı bu yapıda giderek düşen kârlılık, kurun dışında farklı tedbirlerin de gerekeceğini gösteriyor bize. Kuru yükselterek ihracatı bir yere kadar destekleyebilir, ithalata bir noktaya kadar fren koyabiliriz.
Eğer yeterince kazandırmıyorsa, ihracattaki ciro, bir "fiyaka" haline gelir ve milli gelirin gerekçesiz yurtdışına transferine dönüşebilir. İhracatın hızla "katma değeri yüksek" mal ve hizmet gamına geçmesi ise kur dışında "yapısal tedbirleri" devreye sokmakla mümkündür.
Kur politikasını destekleyen adımların üretimden, sanayiden geleceği aşikâr... Yıllardır inovasyon, ar-ge diye çırpınmamız bu yüzden zaten...
İç talep yapısı büyük oranda ithalata dayalı ülkede cari açığın "makul düzeyde" tutulmasının "gerek ve yeter şartı" da zaten; üretim desenini sorgulamaya zorluyor.
Yeni para politikasının başarısı, cari açığı yönetmek için bize zaman kazandırıyor. Ancak paranın ayarıyla oynarken bakmamız gerekenin; "reel ekonomi ve üretim" olduğu gerçeğini daha da belirginleştiriyor.