Sosyal devlet tanımını; "barış ve adaleti tesis ve insan onuruna yaraşır asgarî yaşam düzeyi" sağlamak amacıyla, devletin sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesini tanımlıyor. Sendikalar da "emeğin haklarını korumak adına" bir örgütlenme modeli olarak ortaya çıkıyor.
Peki sendikaların kapsama alanının son 20 yıldır sürekli daralması, kapitalizmin "vahşi" bir oyunu veya küreselleşmenin "zorunlu" tercihi midir? Yoksa bu daralma süreci, ekonomideki yeni dinamiklere karşı bir uyum sorunu mudur? Her kriz, bize bunları sorgulatıyor.
Çalışanların haklarını güvenceye almaya odaklı sendikaların, bunu yalnızca "ücret ve hak pazarlığı" ile sınırlaması, "ekmek teknesinin varlığını" ıskalayacak boyutlara varabiliyor.
Bir işletmenin yaşatılması, sadece işveren veya kamunun değil, fakat aynı zamanda işçinin ve örgütü olan sendikanın sorumluluğundadır.
90'lı yıllarda İngiliz sendikaları, "değer yaratmayan iş ve üretim süreçlerindeki" işçileri eğitip, yeni kariyerlere erişmesini sağlayacak şekilde dönüşmüşlerdi.
Sosyal devletin finans dayanaklarını zayıflatan son kriz bugün benzer dönüşümü Kıta Avrupası sendikaları üzerinde yoğunlaştırıyor.
Türkiye ise kapısındaki Avrupa'nın dahi terk etmeye başladığı eski sendikal yaklaşımları bire bir savunmak yerine; sendikalara "yeni bir varoluş gerekçesi" oluşturmalıdır.
Bu gerekçe, yeni ekonomik dinamiklerle uyumlu, çalışanın kariyerine değer katan, sürdürülebilir kalkınmayı destekleyen örgütlenme modeli olmalıdır.