17 Aralık 2013'te ilk perdesi sahnelenen senaryo, bazı ekonomik kurumları özellikle ön plana çıkardı. "Merkez Bankası, Halkbank, BDDK, SPK" gibi...
Bu kurumlara ilişkin siyasi sorumluluğun Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'da olduğunun altını çizelim ve devam edelim.
Merkez Bankası... Türkiye'nin gözbebeği kurumu. Yetişmiş insan gücüne, bilgi kapasitesine diyecek bir şey yok. Ancak sorun Merkez Bankası'nın ekonomik faaliyetlerin sonundaki kurum olarak değil de başındaki kurum olarak görülmesinden kaynaklanıyor.
Kaldı ki Merkez Bankası da reel sektörle anketler dışında daha yeni yeni doğrudan ilişki kuruyor.
Bu yüzden, kanunla tanımlı görevi "fiyat istikrarı" olan Banka, "Fiyat istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla büyüme ve istihdamı destekleme" fonksiyonunu tam yerine getiremiyor.
Sadece, fiyat istikrarının uzun vadede büyüme ve refaha katkı sağlayacağına ilişkin genel kabulünü paylaşıyor. Elinde etkili araçlar olsa da Merkez Bankası, parasal alanda oynadığı için "siyasi, mali ve küresel gelişmeler" karşısında yetersiz kalabiliyor.
Son faiz artırım kararını bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor.
Önümüzdeki dönemde Merkez Bankası'nın gözeteceği kriterlerin yeniden ele alınması, "cari açık, büyüme ve istihdamla" para politikası arasındaki bağın kuvvetlendirilmesi, belirlenen hedeflere ulaşılamaması durumunda banka yönetiminin gerçek manada hesap vermesini sağlayacak mekanizmalar kurulması tartışmaya açılabilir.
***
Halkbank'a gelince... Yüzde 49'u halka açık kamu sermayeli banka kimliğinin yanı sıra İran'la ticaretteki rolü üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Bakan Babacan'ın, "
Biz genel müdürünü atarız, özerk çalışırlar" demesi, yükümlülüğünü ortadan kaldırır mı? Veya bankaya çekilen operasyon sadece genel müdüre indirgenebilir mi? AK Parti'nin ülke çıkarına dayalı siyasi tercihleri ile küresel güçlerin hesapları arasındaki örtülü çatışma göz ardı edilebilir mi? Türkiye'nin İran'dan petrol-gaz alımı ve karşılığında (altın dahil) sürdürdüğü ihracatın stratejik noktaları teğet geçilebilir mi?
***
25 Aralık'ta sergilenen ikinci perde oyuna bakacak olursak... Bazı şirketlerin tüm mal varlığına tedbir konulması, iddia olunan suç ile somut ilintisi kurulmadığı halde şirketlerin itibarının zedelenmesi neyle izah edilebilir? Kişi ve kurum isimlerinden bağımsız olarak bakıldığında, burada hukuki düzenleme eksikliği ve keyfilik olduğu açık değil mi? Bu ve benzeri durumlarda, soruşturma makamının BDDK, SPK veya MASAK'tan rapor isteyerek, iddiasını varsa güçlü kanıtlarla destekleyecek tarza hareket etmesi beklenmez mi?
***
Özetle...
17-25 Aralık operasyonlarının "
adli boyutu" ile "
siyasi kurgu boyutu" birlikte değerlendirilmek zorunda. Yargının elindeki bilgi ve belgeler zaten bir iddianameye konu olacak. Bugün masumiyet ilkesi içinde tutmamız gereken aktörler adaletin karşısına çıkacak.
Peki ya siyasi ve ekonomik istikrarsızlık için plan yapanlar kendisini kurtarabilecek mi? Yargı ile yürütmeyi çatıştıran, ülkeyi yüksek kur-yüksek faiz sarmalına sokmaya çabalayan, milli iradenin serbestçe oluşmasını engellemek için elinden geleni ardına koymayan, sandık dışı yöntemlere bel bağlayanlar faili meçhul mü kalacak? Kuşkusuz hayır!
İşte bu nedenle... 30 Mart, klasik bir yerel seçimin ötesinde önemli sonuçlara vesile olacak.
Millete rağmen ülke yönetimine paralel ortaklık kuranların tasfiyesi için fırsat doğacak.
Tabii AK Parti de kadro ve çalışma tarzıyla yenilenecek. Ertelenmiş pek çok siyasi, hukuki ve ekonomik reform hayata geçecek!
NOT: Maliyeci dostlar, sizlerin gündeme getirdiği sorunları unutmuş değilim.
Hazırlıklar, önemli atamalar var. Siyasetin biraz soluklanmasını bekleyelim!