Taha Kıvanç üstadımız, her zamanki vukuf sahibi gazeteciliğiyle, akademisyenleri aştı ve ABD'de bir üniversitede hocalık yapan Ozan Varol'un "demokratik darbe" kavramını ele alan, açıklamaya, hatta dönüştürmeye çalışan makalelerine köşesinde (Star, Kulis, 8-9 Temmuz 2013) yer verdi. Gerçekten dikkat edilmesi gereken bir saptamaydı Kıvanç'ınki, çünkü anlaşılan yakın zamanda bu kavramı birçok insandan ve çevreden duyacağız. Bir anlamda "aranan kan" bulunmuş oluyor.
Nasıl bulunmasın, 28 Şubat'taki, daha doğrusu Susurluk Kazası sonrasındaki tencere tava çalma girişimini de, 27 Nisan 2007'de caddeye sokağa dökülüp Cumhuriyet Mitingleri oluşturma çabalarını da Türkiye'de birçok insan buna yakın bir kavramla açıkladı. "Halk demokratik tepki gösteriyor" dendi ama "demokratik darbe" elbette onun ötesine geçen, onunla mukayese edilemeyecek kadar kuvvetli bir siyasal hamleye açıklama getirme çabası. Birçok kişiyi memnun edeceği besbelli.
Varol'un makalesini okudum (Harvard International Law Journal, Cilt 53, Yaz 2012). Darbeleri ikiye ayırıyor. Bazı darbeleri anti-demokratik diye nitelendiriyor. O darbelerin ardından işte anayasalar askıya alınıyor, askerler sistemi kendi istedikleri şekilde, gerektiğinde anti-demokratik bir yapıyı demokrasi kılıfına sararak biçimlendiriyor.
Oysa Varol Mısır'da 2011'de görülen kalkışmayı demokratik darbe diye tanımlıyor. Burada halkın daha fazla demokrasi talebi var. Eğer bu kalkışma bir hükümet değişikliğine tekabül ederse, o değişikliğin ardından gelecek yeni yapı daha kısıtlayıcı ve daraltıcı değil daha genişletici bir demokratik anlayışla bütünleşecektir diyor. Darbe bile olsa onu demokratikleştiren bu koşul, yazara göre.
***
Buradaki düğüm noktası aslında
Rousseau'dan beri tartışılan
milli irade, hatta
milli egemenlik kavramıyla ilgilidir. Tarihin uzun dönemli dönüşümünü hazırlayan
devrimci hamlelerin tamamında bu mantık şu veya bu şekilde hâkim olmuştur. Devrimi başka türlü açıklamak kabil mi? Her devrim (karşı devrimler de dahil) belli bir
halk iradesine (
"milli irade" ile "
halk iradesi" arasındaki farka başka bir yazıda değinmiştim) dayanır.
Buradaki mesele halk iradesinin "
demokratik kurumlar" içinde tecelli hatta teşekkül etmesidir. Varol'un da altını çizdiği üzere ABD anayasasının temelini oluşturan ve Avrupa anayasa tarihinin hiç bilmediği
Federalist Papers'ın vurgusu bu noktaya dönüktür, yani demokrasinin
çoğunluk tiranlığına dönüşmesini engelleyecek biçimde bir "
denge ve fren" (checks and balances) sistemi üstüne oturması.
***
Yeni bir şey yok burada. Hele hele bütün bu tartışmanın meşhur Latin şairi
Juvenal'in, "
quis custodiet ipsos custodes?" ("gözetmenleri kim gözetecek") saptaması
demokratik teorinin en temel sorusu haline geldikten bu yana gerçekten yeni hiçbir şey yok. Demokratik teori, doğru iş yapsın diye oraya getirilen kişi suiistimale kalkıştığında ne olacak sorusunu da aynı şekilde yanıtlıyordu:
denetleyici kurumların ve mekanizmaların oluşturulması halinde süreç kendisini temizler.
Varol, bizim
1960, Portekiz'in 1974 ve
Mısır'ın 2011 devrimlerini inceleyerek bu soruya yanıt arıyor ve milli iradenin politikacılar eliyle zaafa uğratıldığı hallerdeki darbeyi meşru sayıyor. Olacak iş değil. Hiç şüphe yok, herhangi bir toplumda
demokratik hakkın zaafa uğratılması karşısında
direnme meşrudur. Tam da odur
halk iradesi denen şey. Fakat o iradeyi somutlaştırmak maksadıyla gerçekleştirilen darbenin meşru sayılması bana göre hiçbir şart altında kabul edilemez. Sonuç itibariyle gerçek bir "devrim" mutlak halk iradesine dayanarak oluşur. Bu bakımdan özünde bir askeri darbe olan
Ekim Devrimi'nden ziyade
1979 İran Devrimi çok daha özgündür. Bu nedenle
Foucault dahil birçok Fransız düşünürün dikkatini çekmiştir.
Keşke
Mursi'yi ordu devirmeseydi. Keşke
Mursi onu oraya seçen
halkın özgür iradesiyle makamından indirilseydi. Darbenin demokratiği olmaz çünkü!