Olacak iş değil. Uzun bir yolculuktan yorgun argın dönmüşüm. Vakit gece yarısı. Bir kanepenin üstüne yığılıp televizyonu açıyorum. Bir kanalda SABAH'ın Pazar ekinde iki hafta önce yazdığım yazı okunuyor. Nereden çıktı derken kadim dostum Haşmet'in (Babaoğlu) yazısı yayınlanıyor. Haşmet, benim o yazıda dile getirdiğim ve Rutkay Aziz'in oynadığı reklamı konu ediniyor.
Reklamın içerdiği ahlak anlayışını, Aziz'in solcu geçmişine, 1990'larda ortaya çıkan ve markalara dönük o saçma sapan tutkuyla beliren parıltı (bling bling) kültürüne göndermeler yaparak eleştirmiştim. Ama aynı yazıda, her şeye rağmen, diyordum, bu film ve son dönemde eski arabesk müzik ve kültüre dönük ironiler, bizi Yeşilçam'ın daha cemaatçi ahlak anlayışından, daha içe dönük ve dünyadan kopuk gerçeklik duygusundan uzaklaştırmaktadır da.
Haşmet bunu kabul ediyor ama asıl alay edilen "fakir ama onurlu gençlere" lafı getirip onlara gülüp geçmenin ahlaksızlık olduğunu vurguluyor. Yüzde yüz katılıyorum ve yazısının altına imzamı atıyorum.
Reklamın ideolojisine hiçbir biçimde katılmıyorum. Haşmet'in iğrenç dediği Rutkay Aziz kahkahasını irkiltici ve ahlak dışı buluyorum.
Buna rağmen ilk yazımda dile getirdiğim noktayı başka bir açıdan ele almak istiyorum.
Benim için soru şudur. Eski Yeşilçam "aile sineması"nın cemaatçi ahlak anlayışından, gerçekten kopuk masalsı dünya görüşünden bugünkü pespayeliğe nasıl geldik?
Türkiye'de ilkel sermaye birikimine dayalı, kapitalist sömürü düzenini her düzeyde kullanmak isteyen bir anlayış var. Marx bu tutuma "küçük burjuva radikalizmi" diyordu. Mal biriktirmeye, her şeye, haklı haksız, ahlaki, gayrı ahlaki yollardan sahip olmaya, her şeyi kendi mülkiyetinde tutmaya çalışan bir insan tipi ve onun tavrıdır bu. Tam da böyle bir insan tipolojisinin topluma gitgide hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Gene Marx'ın deyişiyle "mal fetişizmi"nin her şeyin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.
Burada ilginç bir nokta var. Bu tutum içinde bulunan insanlar aslında toplumun en çok sömürülenleri. Yani "fakir ama onurlu" insanlar. Haşmet onların hâlâ var olduğunu söylüyor. Öyle. Kuşkusuz.
Ama bu daha ziyade küçük yerleşim çevreleriyle ilgili bir saptama. Büyük kente, metropolitan alana çıkınca sosyolojik olarak bu duygunun kaybolduğunu kabul etmek gerekiyor. İşin daha da beteri, bu insanların kendilerini sömüren ahlak anlayışıyla özdeşleşmeleri. Doğal, çünkü burada Hegel'in "köleefendi diyalektiği" dediği mekanizma işliyor. İnsanın işkencecisine âşık olması gibi bu insanlar da kendilerini sömüren düzenin kurallarıyla hareket ediyor, hatta bir yüceltme (süblimasyon) duygusuyla onu epey uç bir noktaya taşıyor.
O eski filmlerde bu yoksul ama onurlu olma durumunu yaratan, kim ne derse desin, arka planda gelişen, işleyen yarı mistik bir dünyaydı. Bu doğaldı. Çünkü o filmler netice itibariyle taşra burjuvazisiyle, bir anlamda Müslüman sermayesiyle ilgiliydi. Ticaret yapan ama dinsel bir tutumla kendisine sınır getiren bir muhakemenin insanları. Şimdi kentsel alandaki göçerlerin bu mistifikasyona sahip olmasını beklemek safdillik olur. Yani, Protestan/Müslüman etiği veya onları dengeleyecek çok yaptırımcı bir sivil ahlak anlayışı yoksa ortada burjuvazinin ahlaki tutumu da çok sorunlu bir hal alır.
Kapitalizm gelir rasyonel tavra dayanır. Dolayısıyla sinema hem küçük burjuva radikalizmini hem onunla bütünleşmiş ahlaki tutumu kaba bir gerçeklikle yansıtıyor. Kabul etmiyoruz ama anlıyoruz. Ne yazık ki böyle diyoruz.
Rahatsızlık duymamız sevindiricidir, çünkü bu kaba kapitalizmden rahatsızlık duyuyoruz demektir.