Her zaman söylerim: Amerika'yı anlamak ancak bir yerden bir yere gitmek için bir tren veya otobüs seyahati yapmakla mümkündür. O zaman insan bu ülkenin şimdi bazı reklamlarda söylendiği gibi nasıl "yapan ve inşa eden" bir ülke olduğunu anlıyor. Amerikan edebiyatını tek başına belirlemiş büyük ve insanda coşkuyla ürküntü arası karışık duygular uyandıran peyzaj ve toprak, onun "karnını yarmış" insan aklı, heyecanı ve iradesi insanın içinde bu yolculuklarda mayalanır.
Amerikan toplumu gece gündüz kendi insanına övgüler düzer. O övgü sözcüklerinin, övgülerinin yüzde değil binde birisi bizim "milliyetçi" toplumumuzda hayal bile edilemez. Çünkü Amerika, baştan beri sivil ve toplum odaklı olmayı, biz baştan beri "asker millet" ve devlet yanlısı olmayı seçmişizdir. Hatta bu bakımdan sahip olduğumuz modelin o bir tür rahatlama refleksiyle her daim atıfta bulunduğumuz Fransa'ya ne kadar benzediği bile şüphelidir. Evet, bazı eski cunta yanlısı köşe yazarı dostlarımız bu nedenle de Gaulle'e ve onun yarı militer cumhuriyetine övgüler düzer ama gene de biz onlardan beter şeyler yaparak bize benzemeyi sürdürüyoruz.
Türk aydını yıllar yılı kendisini anlamak için Avrupa'ya gitti ve oradan kendi ülkesine baktı. Namık Kemal'lerin kuşağı Fransa'da ve İngiltere'de anayasayı öğrendiler. Kendi bilinçlerinin izin verdiği "en son hadde" kadar gittiler. Genç Osmanlıları izleyen Genç Türkler de yapabileceklerini yaptılar. Daha sonra gelen kuşaklar ise onları hem beğenmedi hem küçümsedi. Fakat ilginçtir daha sonraki kuşakların bir modeli olmadı. Sanki 20. yüzyılın başında kurulmuş olan model tek doğruydu ve dokunulmazdı.
Genç Osmanlılar da Türkler de yanlış yöntemler uyguladılar vs (ki, kendi muhakemelerinde haklıydılar ve birikimleri, imkânları kapasitesinde doğru düşünüyorlardı) ama özünde daha fazla özgürlük istiyorlar, anayasayı bunun bir şartı olarak görüyorlardı. Ellerinde, önlerinde, bilinçlerinde başka örnek yoktu. O kadarıyla yapabileceklerinin en iyisini yaptılar.
Peki, garip değil mi? Onların arkasından gelenler, her ne kadar 1959-60 döneminde gene özgürlükten, demokrasiden söz ettilerse de eldeki sistematiği değiştirecek, en azından murakabe edecek diğer anayasal sistemlere bir kelimeyle olsun referans vermediler. Daha liberal bir anaysa değil, devletin hâkimiyetini kabul etmiş, özgürleşmeyi onun bir değişkeni olarak tasavvur eden bir anayasa tasarlayabildiler. 1961 Anayasası'nın manası budur ve o anayasada toplum yer almaz. Namık Kemal Marx'ı bilmiyordu, Yahya Kemal Apollinaire'i tanımıyordu iyi de, 1961'de ve sonrasında da hiç kimse temel bir liberalizmi bilmiyor, tanımıyor muydu? Öncüler, öncekiler kadar olsun kimse dünyaya açık olamıyor muydu?
Halbuki, insan Amerika'nın kitapçılarında gezince hâlâ en büyük sayıda kitabın Amerikan tarihi ve anayasası üstüne yazılıp yayınlandığını görüyor. Tarih derken de sadece olgusal değil, entelektüel, materyal, toplumsal tarihi kastediyorum. Üstelik onlar da 1776'yı irdelerken Fransız kaynaklarına referans veriyorlar. Hala Condorcet, Turgot, d'Alembert onlar için de önemli. Laiklik bunların da sorunu. Timothy Ferris son kitabında bu olgunun zihin tarihini yeniden anlatıyor. Ama bir o kadar da Hamilton, Franklin, Jay üstüne çalışıyorlar.
Kısacası sorun anayasa değil. Bir toplumun bilimle ve tarihle olan ilişkisi. Kavramları küfür diye alması veya almaması. Türkiye modernleşmesinin en önemli sorunu bu oldu. Biz modernleşme diye dünyaya bir tek açıdan bakmayı öğrendik. Yoksa hiçbir toplum pir u pak değil. Amerika da değil. Onlar da geçmişlerini ırkçılıkla, kölelikle lekelediler ama onu aşacak bilinci ve cesareti de kendi içlerinden üretmesini bildiler. O büyük coğrafyayı yarıp yırtıp yapıp inşa ederken kendilerini de, bilinçlerini de, tarihlerini de aynı coşku, umut, heyecan, cesaret ve yaratıcılıkla oluşturdular.
Tren penceresinden görünen budur, Amerikan ve Türk anayasalarıdır.