Obama bir yılını dolduralı epey oldu. Dergiler, gazeteler bu konuda değerlendirmeler yapıyor. En önemlilerinden birisi geçenlerde "Obama'nın kayıp yılı" diye kapak yapınca tartışma yeniden alevlendi. Amerika'da herkes sil baştan Obama'yla yatıp kalkmaya başladı. Bu işlerle çok iç içe bir akademisyen dostum, New York baharının hafifi rüzgârlı, ılık bir öğle vakti, üniversitedeki odasından çıkıp Union Square'de yemek yiyeceğimiz yere doğru yürürken durup "önemli değil Obama da Amerikan tarihine, ne yapacağını en çok beklediğimiz başkan" diye geçecek dedi. Hiçbir şey yapmadığı halde adından bu kadar çok bahsettirmek de bir başarı elbette.
Şaka bir yana Amerika artık Obama'nın ne yapacağını o kadar da merakla beklemiyor. Yavaş yavaş kararını hem de olumsuz bir yönde veriyor. Obama'nın fazla bir şey yapamayacağına, öyle söylediği gibi bir "değişim" yaratamayacağına sokaktaki adam kani oluyor gibi. Bu satırların yazarı naçizane baştan beri Obama'yı desteklemiş ama fazla bir şey beklenemeyeceğini de, bazı meslektaşlarının taşkın coşkularına karşı, huzurunuzda söylemişti. Gün geçtikçe Başkan'ın kuşatıldığı büsbütün anlaşılıyor. Avatar filminin Oscar'ı alamamasını bile Bush yönetiminin marifetine bağlayan, bunu hiçbir şeyi affetmeyen neo-conların filmdeki eleştiriye dönük cezası ve intikamı diye yorumlayan bir Amerika'da Obama'nın ne yapacağı gerçekten meçhul.
Gene de Obama var gücüyle sağlık sistemini değiştirmek için çalışıyor. Öyle bir sistem ki, toplumun neredeyse yarısının sağlık sigortası yok. Olanların da yarısı için de ha var ha yok. Gene öyle bir sistem ki, 10 Mart günlü New York Times gazetesinde yayınlanan bir yazı dehşet verici şeyler söylüyordu hakkında. Erkeklerin prostat kanseri olup olmadıklarını anlamak için kullanılan ve 50 yaş üstündeki her er kişinin yılda bir kez yaptırması zorunlu olan PSA testinin kâşifi hoca gazeteye yazdığı makalede bu yapılanın "utanç verici" olduğunu ve teste bu anlamda hiç gerek olmadığını söylüyordu. Buna karşılık ilaç firmalarının ve sigortaların baskısı nedeniyle sadece bu testin sisteme yılda 30 milyar dolara mal olduğunu yazıyordu.
Kısacası sistem kendisini delecek, değiştirecek hiçbir girişime geçit vermiyor. Böyle bir toplumda siyasal yapıyla demokrasi arasındaki ilişki de başka bir dert. Kapitalist sermayenin bu derecede hâkim olduğu bir toplumda seçim yapmak, karar oluşturmak ne işe yarar diye kitap üstüne kitap yayınlanıyor. En son Niall Ferguson yayınladığı kitapta aynı soruyu soruyor ve sermaye tarihinin gelip dayandığı bu noktanın ötesini göremediğini belirtiyordu. Sadece sistem değil rejim de tıkanmış durumda. Gerçi ekonomik krizden biraz çıkılıyor gibi ama orta sınıflar hâlâ çok karamsar. Hele bu koşulda rejim sorunu daha da büyüyor.
Böyle bir Amerika dünyanın başka yerlerine rejim ve demokrasi satıyor. Onların başında da Ortadoğu geliyor. Başkan Yardımcısı Joe Biden şimdi o bölgeyi dolaşıyor. İran-İsrail-Filistin üçgeninde hayat alanı yaratmaya çalışıyor. Öbür taraftan bölgenin önemli bir aktörü olan Türkiye ile ABD arasındaki ilişki dramatik bir noktaya doğru sürükleniyor. Amerika üstüne vazife olmaması gereken işlere karışıp Türkiye de yeterli bir hassasiyetle hareket etmeyince ortaya çıkan durum neticesinde karşılaştığımız herkes bir de Türkiye eklenip şu üçgen acaba dörtgen mi oluyor diye soru soruyor.
Velhasılı kelam Türkiye'den Amerika'ya bakınca bir dert ama Amerika'dan Türkiye'ye bakınca da başka bir dert. Amerika güya dünyanın sıkıntılarına çare arıyor. Ama dünya da Amerika'nın sıkıntılarından yılmış durumda. Bugüne kadar çıkış yok gibiydi. Bence artık var: prostat testi. Eğer o sorunu çözerse emin olun hepimiz çok rahatlayacağız. Şaka yapmıyorum, düşünün anlarsınız!