Tabii ki demokrasi sadece bir kalıp veya içi boş bir yönetim modeli değildir. Demokrasinin yönetebilir olması, bir devletin kurumları arasında gerekli uyumu sağlaması önemlidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin altında yatan ana neden budur. Yasama, yargı ve yürütmenin kendilerine ait havzalarda diğerinin işine müdahale etmeden özerk ve bağımsız çalışması bu temel demokrasi kavramının arkasındaki mantıktır. Liberal demokrasinin özgürlük anlayışı bu düşünceyle kesiştiği için böyle bir yola gidilmiştir. Yoksa demokratik teori içinde kuvvetler birliği ilkesini savunan modeller yok değildir.
Cumhurbaşkanı'nın Başbakan'ı ve Genelkurmay Başkanı'nı bir masanın etrafında toplaması kurumlar arsındaki uyumu ve işlerliği sağlamaya dönük yanıyla son derecede önemlidir. Türkiye Ergenekon Davası'nın gündeme geldiği günden bu yana hızla derinleşen bir güvensizlik bunalımı içindedir. Şimdi böyle bir toplantı belki bazı taşları yerine oturtabilir, paslanmış bazı mekanizmaları çalıştırabilir.
Ne var ki, bu toplantılar devam eden süreçleri kesintiye uğratmamalıdır. Daha açık söyleyelim: bu toplantıların maksadı bugüne kadar devam etmiş olan yanlışlıkların üzerine "şal örtmek" olmamalı, tersine bu toplantılar daha geniş ve somut bir demokrasinin yolunu açmalıdır. Şunu hatırlamakta yarar var. Bugünkü sorun bir rejim sorunudur. Daha doğrusu rejimin dönüşmesiyle ilgili bir sorundur. Bir gecenin içinde çıkmamıştır. Kendi kendisini daha fazla taşıyamayan bir modelin tıkanmasıdır. Şimdi o tıkanıklık aşılmak isteniyor.
Bu model yetersizliğini 1990'larda gösterdi. Dünyadaki gelişmelerin yönü o tarihte demokrasiye döndü. Bu sert ve Doğu Bloku'nu alaşağı eden bir rüzgârdı. Bizdeki gibi otoriter bir temele oturmuş bir devlettoplum ilişkisi de sivil toplumun gelişmesine bağlı olarak yıprandı ve kağşamağa başladı. Böylesi bir model kendiliğinden olamaz. Ortaya çıkması sosyoekonomik koşullardaki değişime bağlıdır. 1980'lerde devreye sokulan pazar ekonomisi, bireysel özgürlükler, sivil hakların önceliği bu gelişmeyi hazırladı.
Burada ilginç bir noktayı hatırlatayım: 1980'lerde Türkiye'deki şehir burjuvazisi yeteri kadar güçlenmişti. O nedenle devleti ele geçirdiğini düşünüyordu. 12 Eylül'e, ondan önce ve sonra Turgut Özal'a destek verdi. Fakat bilinci yetersizdi. Zamanla geliştirdi. TÜSİAD'ın yeni ders kitapları önerisinden demokratikleşmeye, yeni anayasa önerilerine kadar açılan, genişleyen çabası bu oluşumun sonucuydu.
Daha şaşırtıcı olanı bu rüzgârın kısa bir süre sonra Anadolu'ya yayılmasıdır. Metropoldeki burjuvazinin tıkandığı yerde Anadolu sermayesi devreye girdi. Hazin ama doğal olanıysa metropol burjuvazisinin Anadolu sermayesinden korkarak, malını mülkünü onun ele geçireceğini düşünerek içine kapanması, rejime sahip çıkması, Anadolu sermayesiyle çatışmasıdır.
Bugünkü ayrışma bu noktalarda tecessüm ediyor. İşin arkasında haklı ve meşru bir sınıfsal taban var. Dolayısıyla rejimin dönüşümü sadece bazı aydınların istemesine bağlı değildir. Ekonomik ve sosyal dönüşümün bir sonucudur.
Şimdi başladığımız yere dönelim. Bugünkü gerilim bütün eksiklerine, kusurlarına, yetersizliklerine, yanlışlarına rağmen bizim 150 yıllık anayasacılık tarihimizin önemli bir dönemecidir. Unutmayalım ki bugünkü anayasayı bir anti-demokratik, bürokratik meclis hazırlamakla kalmadı, görünürde kuvvetler ayrılığı ilkesini yerleştirdiyse de anayasanın yapısı, özü bakımından gene ayrışmamış bir kuvvet anlayışına yaslanmasını sağladı. Şimdi sınıfsal dönüşüm veya gelişme bunu yeterli bulmuyor ve rejimin daha demokratik, daha liberal bir noktaya ulaşmasını istiyor.
Varsın bazıları buna sivil darbe desin. Onların unuttuğu, hiçbir iktidarın ekonomik ve sosyal yapıdan bağımsız hareket edemeyeceğidir.