Türkiye, tarihi ile barışıyor; tabular yıkılıyor. "Vatan haini" Osmanlı'dan, cenazesine saygı gösterilen, sevgiyle ebediyete uğurlanan Şehzade Ertuğrul Osmanoğlu'na geldik. Üstelik cenazeye, İsmailağa Cemaati'nin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu, sarıklı ve cüppeli müritleriyle katıldı. Ama, kimsenin yüreğine, "laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor" diye bir korku düşmedi.
***
Sadece ecdadımızla barışmıyoruz. Resmi tarihimizin yanlışlarından da peyderpey kurtuluyoruz. Ali Kemal'i, bize,
"Linç edilen vatan haini gazeteci" diye öğretmediler mi? Ama artık Ali Kemal, Gazeteciler Cemiyeti'nin şehit edilen basın mensupları listesinde. Orhan Karaevli de, bu konuda bir kitap yazdı: Ali Kemal 4 Kasım 1922'de, İstanbul'dan kaçırılıp Ankara'ya yargılanmaya götürülürken, ordu kumandanı
Nurettin Paşa'nın halkı kışkırtıp yönlendirmesiyle öldürülüyor. Paşa, bu olaydan önce de, Rum-Ortodoks Metropoliti Hrisostomos Efendi'yi de linç ettirmişti. (
Bir nevi Ergenekon!)
***
Yeni bir dönem yerleşinceye kadar, maziyi farklı tanıtabilir. Ama aradan kaç nesil geçti ve bizler ancak gerçek tarihimizi öğrenmeye başladık. Kürt meselesi de öyle değil mi? Yıllar boyu bastırılmış duygular, çarpıtılmış ya da öğretilmemiş bilgiler. Bugünlerde, Dersim (Tunceli) isyanından sonra yaşanan dramlar gündemde. Taraf gazetesinde Ayşe Hür'ün anlattıklarına göz atalım. İsyandan sonra Dersimli çocukları Türkleştirme programını yürüten öğretmen Sıdıka Avar'ın hatıralarından naklen:
"Dersim'den zorla getirilen kızlar, evlere hizmetçi olarak yollanıyordu. Ayrıca, köylerden jandarma zoruyla asker toplanır gibi toplanıyordu. Elazığ-Dersim- Bingöl bölgesinin genel valisi General Abdullah Alpdoğan Paşa'ya gittim. Ve dedim ki: 'Kızlarımızın jandarmayla toplanması, hem çocukları, hem aileleri ürkütüyor. İzin verirseniz, köylere çocuk toplamaya ben gideyim. Aileler kime teslim ettiklerini, kimin okutacağını görürlerse gönülleri rahat olmaz mı?...'
Köye, alacakaranlıkta, çantamız elimizde jandarmayla gittik, kapı kapı dolaştık. Kimse bizi misafir etmek istemedi. Hiçbirinin ağası evde yoktu... Erkeği olmayan evlere zorla girilmemesi için, jandarmaya emir verilmişti. Jandarma küfür ediyor, bazı kapıları tekrar çalıyordu."
Sıdıka Avar,
"Bir Türk misyoneri gibi" çalışmaktadır ve Kürt kızlarını, aslında Türk olduklarına dair ikna etme gayretindedir. Ve bakın bir çuval inciri berbat eden bir ziyareti nasıl anlatıyor:
"Bir gün Bingöl Valisi Şahin Baş gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi; sordu: 'Kürt kızları bunlar mı?'
Ben, 'Tunceli'nin Türk kızları'
diye düzelttim. Vali Bey devam etti: 'Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz. Canlarıyla ödediler. Hükûmet çok kuvvetlidir, hepinizi yok eder...'
Kızlar gözyaşları arasında bana soruyorlardı: Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar? Neden Kürt diye hakaret ediyorlar? Hani siz, hepimiz Türküz diyordunuz..."
Acıları, yaşananları, düşmanlıkları halının altına süpürmüşüz. Ya da hiç açılmayacak sandığımız bir kutunun içine kilitlemişiz. Ama tabular yıkılıyor. Artık Pandora'nın kutusu açıldı. Çekilen çileler, işlenen hatalar su yüzüne çıkıyor. Açık tutacağız bu kutuyu. Çünkü, kelebeğin yeniden uçmasına izin vermeliyiz. Hoşgörünün, peşin hükümleri yeneceği umudunu, kutunun en dibindeki bu kelebek temsil ediyor. Uç kelebek uç...