Silivri'deki mahkeme, Genelkurmay Başkanlığı'na, 2000-2009 arasında darbe hazırlığı yapılıp yapılmadığını sordu. Bunun ne anlama geldiğini doğrusu anlayamadım. Çünkü askeri müdahalelerde, ordu, hiçbir zaman darbe yaptığını kabul etmemiş, daima cumhuriyeti koruyup kolladığını ifade etmiştir. Ayrıca da Talât Aydemir haricinde, siyasete müdahale girişiminde bulunanların cezalandırıldığı hiç görülmemiştir. Sözgelimi, 12 Mart'ta, Faruk Gürler ile Muhsin Batur'un 9 Mart darbecileriyle işbirliği yaptığı bilinmesine rağmen, "kol kırılıp yen içinde kalsın" diye Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde onlarla birlikte hareket eden siviller bile beraat ettirilmiştir.
12 Mart müdahalesinin 10 sene öncesine gidelim... 1961 Anayasası'nın başlangıç bölümünde şöyle yazıyordu: "Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak, 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk milleti..." 27 Mayıs'ta da darbenin adı "Türk milletinin meşru müdafaa hakkı" oldu. John Locke'a göre, hürriyet, insanın doğuştan sahip olduğu tabii bir haktır. Mülkiyet, yaşama ve özgürlük hakları, aynı zamanda devletin sınırını çizer. Devlet bu sınırı aştığı noktada meşruiyetini kaybeder ve halkın direnişiyle karşılaşır.
27 Mayısçılar, liberal demokrasi adına John Locke'un oluşturduğu bu teoriyi, kendi darbelerine meşru bir zemin yaratmak için kullanmakta tereddüt göstermediler.
Genelkurmay literatüründe, "darbe" diye bir suç yok. Çünkü bu kurum, kendisini, "milletin direnme hakkının temsilcisi" ve "cumhuriyeti korumak ve kollamakla yükümlü" görür. Onlara göre, "emir-komuta zinciri" kopmamışsa, zaten mesele yoktur. Kopmuşsa da bir şey değişmez; zira ferdi darbe gayretleri de, "kol kırılır yen içinde kalır" psikolojisiyle, daima kamuoyundan gizlenmiştir. Darbeye yüzde yüz karşı olan Hilmi Özkök Paşa bile, bu kurala uymak zorunda kalmadı mı?