Bana "Yüce Allah'ın yeryüzüne lütfettiği en büyük hediyesi nedir" diye soracak olsalardı hiç şüphesiz "Hz. Muhammed'dir (s.a.v.)" derdim. Hz. Peygamber (s.a.v.) miladi 610'da Peygamberlik görevini aldığında dünya, Bizans ve Fars İmparatorlukları gibi şirk, zulüm ve putperestliğin değişik renklerine yenik düşmüş karanlık despot yönetimlerin pençesindeydi. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisine gelen vahiyle önce Mekke ve çevresini ve sonra da Medine ve çevresini dine davet edip Hz. İbrahim'in tarihe gömülmüş akidesini yeniden insanlıkla buluşturdu. Diğer din liderlerini, ülke liderlerini, inançsızları mektuplarla İslam'a çağırdı. Davetini uluslararası platforma taşıdı. Elçiler gönderdi. Dünya ülkeleri, aşiretler, din mensupları ve kabilelerle antlaşmalar imzaladı. O, sadece Kuran'ı okumadı, Kuran'ı uyguladı. İletti. Örnekledi.
Bütün bunları uygularken de, kökleşmiş bütün çirkin gelenekleri, tartışılmaz olan tabuları yıktı. Mekke'deki putperestliği, İran'daki ateşperestliği, Bizans'taki köleliği ve çevredeki çok tanrıcılık safsatasını tarihe gömdü. Köleleri ordu komutanı yaptı. A'mayı-kör sahabiyi- Medine'de kendi yerine vekil bıraktı. Henüz yaşı 17 civarı olan gençlere büyük görevler yükledi. İnsan onur ve haysiyetini, insan hayatının dokunulmazlığını dinin temel hedefi olarak ilan etti. Çağlar boyunca, hakkını korumada varlığın en zayıf halkalarından birisi olan kadınları etkili ve yetkili kıldı. Yaşadığı çağın en önemli siyasi hamlelerinden olan ve genellikle zengin ve otoriterlere erkeklere bir hak olarak tanınmış olan düşmana "eman", "siyasi güvence ve sığınma" hakkını verebilmekte kadınları da erkekler gibi hak sahibi kıldı. İşte bütün bu zoru başaran, insanlık tarihinin bu en büyük inkılapçısını nisan aylarında yeniden anıyoruz.
Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.v.) doğduğu Rebiülevvel ayı, doğduğu yıl 'nisan' ayına rastlamıştı. Bizler de bunu bir vesile bilip O'nu tanıtmak için salonlara koşuyoruz. Eskiden Diyanet İşleri Başkanlığı bunu organize ediyordu ama artık bu coşku Diyanet'in boyutunu çoktan aştı. Çünkü artık halk, Peygamberiyle kucaklaşıyor. Mesele bir resmi organizasyonun çok dışında, bir kalp ve ruh coşkusuna dönüştü. Gönüller Hz. Peygamber ile (s.a.v.) kabarmış, gözler O'nun özlemiyle dolu, diller O'nu anmakla heyecanlı, hayat O'nunla daha bir anlamlı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece vahiy alıp ileten bir Peygamber değildi. O, sadece sema ile irtibatlı bir nebi değildi. O, sokaktaki adamın, evinden kovulmuş kadının, kötü alışkanlıklar edinmiş delikanlının, ümidini yitirmiş yetişkinin bir barınağıdır. Bir dert ortağıdır, bir sırdaşıdır. Tufanda sığınacağı bir limandır. Bir babadır, bir eştir, bir dosttur, bir dededir, bir kayınpederdir, bir damattır, bir komutandır, özlem duyan bir insandır, özlem duyulan bir insandır, kâh gülen, kâh ağlayandır, hüzünle kabarandır, üzüntüyle dudakları kıvrılandır. Kısacası bizden biridir. Onun içindir ki "Beni, Hz. İsa gibi uçurmayın. Ben Allah'ın bir kuluyum" diyerek mübarek ayaklarının, bizim ayağımızı bastığımız yere bastığını hatırlatıyordu.
Hz. Peygamber'e (s.a.v.) aşkın sırrı
Halkın içinde olmak, halktan ayrı ve gayri olmamak. Arkadaşları gülerken onlarla gülümsemek. Halk nasıl yaşıyorsa öyle yaşamak. Ne hissediyorlarsa onu hissetmek. Yetim başı okşamak, dul kadının ev ihtiyacını gidermek, ihtiyarın su kırbasını taşımak, babasız çocuğa 'gel senin baban Ali olsun, annen Fatıma olsun, deden Muhammed olsun' diyebilmek. Her öksüzü, kendi öksüzü bilmek.
Her çağda yaşayan ve iman eden halk bütün bunlardan dolayı Hz. Peygamber'i (s.a.v.) sevdi. Sadece iman etmedi halk, aynı zamanda aşkın bir sevdayla sevdi. Bu imanın çok ötesinde bir teslimiyet anlamına geliyordu ki, bu teslimiyeti ondan gayrisine göstermek caiz olmasa gerek.
Konuştuğu minber 3 basamaklıydı
Medine Mescidinde, cemaate hitap ederken yüksek bir yere çıkması gerekiyordu. Çünkü arkada oturan cemaatin O'nu görmesi ve sesini duyması lazımdı. Bir marangoza minber - cuma namazlarında hocanın hutbe okurken çıktığı basamaklı yüksek yer- yaptırdı. Minberi bugünkü minberler gibi çok basamaklı değildi. Sadece 3 basamaktı. Bu minberi yükseltin demedi. Çünkü halktan çok uzakta ve yüksekte olmak istemiyordu. Çünkü tepeden hiç bakmadı. Sırtlara basıp hiç yükselmedi.
Özel bir koltuğu hiç olmadı
Üstüne oturduğu yer minderiydi. Minder olmadığında yere otururdu. Yabancı birisi, Peygamberimiz ve arkadaşlarının bulunduğu meclise girdiğinde O'nu tanımakta zorlanırdı. Çünkü arkadaşlarından farklı bir yerde, yüksekte, daha gösterişli bir mekânda oturmazdı. Onların ortasında, onlardan birisi olarak otururdu. Kürsüsü, koltuğu, kuş tüyü yastığı hiç olmadı.
İçeri girdiğinde insanlar ayağa kalktılar. Şiddetle reddetti. "Bu Acemlerin adetidir. Benim önümden ayağa kalkmayın" buyurdu. Kendisini halktan soyutlayacak hiçbir şeye müsaade etmedi. Melek Cebrail'le istişare eden bir Yüce olmasına rağmen, toprak kadar mütevazı idi. Yer sofrasında yemek yediğini gören bir kadın -saf ve aklından problemi olan bir kadın olduğu söylenir- "hele şuna bak! Bir köle gibi oturmuş, köle gibi yiyor, üstelik bana da ikram etmiyor" dediğinde "Evet. Aynen öyle. Bir köle gibi yiyorum. Gel sen de ye" cevabını buyurur. Kadın gelir ve oturur ve "bana elinle yedirmedikçe yemem" der. Eliyle lokmayı kaldırıp kadına ikram eder. Saf olana anlayacağı dilden hitap ederdi. Hiç dudak bükmezdi.
Keçisini sağar, elbisesini yamardı
Öyleydi. Abartısız aynen öyleydi. Kendi keçilerini sağar ve yırtılan elbisesini yamardı. Başkasından bir şey istemez, bilakis kendi kendine yeterdi. Yolculukta, kamp kurulacağında arkadaşları gibi sorumluluk alırdı. Mescidin binasını yaptığında, işçiler gibi kerpiç taşırdı. Balyozla kaya kırdı. Misafirlerine kendi eliyle hurma ikram etti.
Arkadaşlarının önünden yürümedi
Hep önde görüneyim, arkama büyük cemaat takayım düşüncesinde hiç olmadı. Önden yürümedi. Arkamı meleklere bırakın diyerek; insanı insana hizmetkâr kılan anlayışı gerilere itti.
Dedikoduya ve insan harcamaya müsaade etmezdi
Bir gün sahabesinin yanına çıkacakken, birisi gelip kulağına bir şey fısıldamak istedi. Birisi, diğerlerini jurnalliyordu belli ki. Yüzü anında tepki verdi. Kızdığında veya sevindiğinde yüzünden hemen anlaşılırdı. Duygularını gizleyemezdi. Kulağına fısıldayana dönerek şöyle buyurdu: "Huzurunuza çıkarken, bırakın da içim hepinize sıcak olsun. Birbirinizi çekiştirmeyin."
Cemaatin içinde, Medinesinde münafıklar vardı. Hepsini tanıyordu. Cebrail, münafıkları tek tek listelemişti. Fakat bu münafıkları deşifre etmediği gibi, harcatmadı da. Bilmeyenlerin "Muhammed arkadaşlarını harcıyor" dedikodusunu yapmalarına fırsat vermedi. İşte şimdi, bu çetin ve en muhtaç olduğumuz günlerde O'nu hasretle anıyoruz.
Not: Nisan boyunca O'nu anlatmaya devam edeceğim. İnşallah.