1789 Fransız Genel Meclisi'nin oturma biçimi ya da Edmund Burke ile Thomas Paine'nin temsil ettikleri görüşlerin hangi partiler tarafından dile getirildiği benzeri araçlar kullanımıyla yaratılan siyaset yelpazesinin gerçek hayata uygulanmasındaki zorluklar ortadadır.
Siyaset bilimcileri de fazlasıyla zorlayan bu "sağ-sol" yelpazesine yerleştirme işlemi beraberinde pek çok sorunu ve "kurama uymayan" sayısız örneği getirmektedir.
Personalist hareketin öncülerinden ve Katolik Sol'un liderlerinden Emmanuel Mounier, günümüzde bir klasik olarak kabûl edilen değerlendirmesinde, tüm özellikler gözönüne alındığında siyasal örgütlenmeleri "sağ-sol" yelpazesindeki "kesin" yerlerine yerleştirmenin "imkânsız" olduğu tespitini yapmıştı.
Post-modern gerçeklik bu zorluğu daha ileri bir boyuta taşımış ve basmakalıp yaftalamaları güçleştirmiştir.
Örneğin değişim ve "yeni"ye sahip çıkma "sol", buna karşılık mevcutu sahiplenmek ve korumaya çalışma "sağ" siyasetin özellikleri olarak algılanırken, nükleer enerjiyi "sağ" partiler savunmakta, buna karşılık doğayı "koruma" temelli yaklaşımları temsil eden hareketler genellikle "sol" sınıflamasına sokulmaktadır.
Siyaset kutuplarımız
Dolayısıyla merhum İdris Küçükömer'in toplumumuzda "sağ" ve "sol"un yer değiştirmesinin gerekli olduğu yolundaki tespiti gerçekte global alanda karşılaşılan bir güçlüğün özgün örnekte daha çetrefil biçimde tezahür ettiğinin dile getirilmesidir.
Batı düşünce akımlarının gördüğü sınırlı ilgi ve yorumlanış biçimi, milliyetçiliğin tüm siyasal örgütlenmelere derin nüfûzu, kimlik siyasetinin güçlü etkisi ve liderlik demokrasisine yatkınlık Türkiye'de "sağ" ve "sol" kavramsallaştırmalarının yapılmasını daha da zorlaştırmaktadır.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde Türkiye'de siyaset "sağ-sol" yelpazesine yerleştirilmesi pek de kolay olmayan iki kutup etrafında gerçekleşmektedir.
Bunlar da "kalkınma tasavvurları", "modernlik yorumu", "hayat tarzı" ve "dine karşı alınan tavır" etrafındaki eksende şekillenmektedir.
Çok partili yaşama geçişten beri siyasete egemen olan "Kalkınmacı Muhafazakârlık" ve "Devletçi Modernleşme" kutuplarından birincisi "sağ" ikincisi ise "sol" olarak kavramsallaştırılmaktadır.
Bu şüphesiz fazlasıyla sorunlu bir yaklaşımdır.
Birinci kutuptaki "muhafazakârlık" temelde "dine karşı alınan tavır" etrafında şekillenmekte, buna karşılık "kalkınmacılık" gerçek anlamda muhafazakârlıkla çatışan güçlü bir "değişim" paradigmasını dile getirmektedir. Bu kutup bunun yanı sıra "katılım" taraftarı yaklaşımıyla toplumculuğu ve "siyaset"in belirleyiciliğini savunmaktadır.
İkinci kutup "tekil" ve "yaşam tarzı" üzerinden tanımlanan bir modernliğin "yukarıdan aşağıya" inşa edilmesini hedefleyen ve kökleri on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı siyasetine giden bir hareketi temsil etmektedir. Temel yaklaşımı nedeniyle "seçkinci" olan bu kutup, "eğiterek ve aydınlatarak" dönüştürmeyi hedeflediği kitlelere ve bir parçası olduğu siyasete duyulan güçlü güvensizliği içselleştirmiştir.
Sağ-Sol yerine
Bu kutupları "sağ" ve "sol" olarak kavramsallaştırmanın değişik genellemeler yapılmasını mümkün kıldığı, bu nedenle de işlevsel değer taşıdığı ortadadır. Buna karşılık bu fazlasıyla "kaba" değerlendirmeler siyaset analizlerinde ciddî yanılgılara da neden olabilmeketdir.
Örneğin sıklıkla tekrarlanan "Türkiye'de solun iktidar olamaması" gerçekte varolmayan bir sorunu irdelemektedir.
Köklü düşünce hareketlerinin değişik dönemlerde iki temel kutup tarafından sahiplenilmesi sorunu daha da çetrefilleştirmektedir. Kalkınmacı muhafazakârlığın 1980'lerdeki temel örgütlenmesi ANAP bir süre liberalizm ile böylesi bir ilişki kurmuş, devletçi modernleşmeciliğin sancak gemisi CHP ise 1960'lardan itibaren kendisine "sol" sıfatını yakıştırmakla kalmamış, sosyal demokrasi temsilcisi olmak gibi gerçekle ilişkisi bulunmayan pozisyonları da sahiplenmiştir.
Bu açıdan bakıldığında kalkınmacı muhafazakârlığın siyaset üzerinde kurduğu egemenlik "sol"un başarısızlığı değil devletçi moderleşmeciliğin yeni paradigmalar üretemeyen, "status quo savunucusu" ve "değişime kapalı" yaklaşımlarının doğal neticesidir.
Devletçi modernleşmecilik 1930'larda yarattığı "tekil modernlik" temeline dayanan tasavvurda donmuş, yeni paradigmalar üretemediği için de güçlü bir "altın çağdaşlaştırmaya" yönelmiştir. Post-modern dünyada on dokuzuncu asır ideallerine dayalı, anakronik bir tasavvuru kutsayan, "değişim"e karşı "koruma"yı temel hedef haline getiren bir hareketin başarı şansının olmadığı ortadadır.
Bunu "sol"un yenilgisi olarak yorumlamak anlamsızdır.
Değişim vurgusu
Dolayısıyla kalkınmacı muhafazakârlığın devletçi moderleşme karşısında siyasete egemen olması "sağ"ın "sol"u sürekli biçimde mağlup etmesinden farklı bir gelişmedir.
Kalkınmacı muhafazakârlığın başarısı genellikle varsayıldığı gibi "muhafazakârlık"tan ziyade "kalkınmacı" yaklaşımının beraberinde getirdiği geleceğe yönelik paradigmalar ve değişim vurgusundan kaynaklanmaktadır.
1930'ları altın çağdaşlaştırarak onu savunmayı "siyaset" olarak kavramsallaştıran devletçi modernleşmecilik ise böylesi paradigmalar yaratamadığı gibi değişim ve yenilik vaad eden tasavvurlar da üretememektedir.
Siyaset sahnesinin ebedî mağlubu haline gelen devletçi modernlik bunun yerine "değişim"e karşı çıkan farklı "istemezükçü" grupların sözcülüğünü yapmaktadır. Onun bu vizyonsuzluğuna karşın siyasetin ana kutuplarından birisi olmayı sürdürebilmesi ise bu alandaki geleneğimiz ile kimlik siyasetinin etkinliğinin neticesidir.
Devletçi moderleşme akımının maskesini takarak dolaştığı sosyal demokrat düşünceyi içselleştirmesi, bu görüşü yansıtan bir örgütlenme haline dönüşmesi şüphesiz iktidara oynayan bir liberal partinin doğuşu gibi siyasetimiz açısından yararlı bir gelişme olacaktır.
Ancak böylesi kapsamlı dönüşümlerin kısa vâdede gerçekleşmesini beklemek anlamlı değildir. Bu nedenle devletçi modernleşmeciliğin yakın dönemdeki hedefi değişim karşıtı "istemezükçülük" yerine "değişim" tasavvurları ikame etmek olmalıdır.
Bu siyaset kutbunun iktidara en fazla yaklaştığı zaman diliminin derme çatma ve çelişkilerle dolu da olsa bir değişim tasavvuru geliştirdiği dönem olduğu unutulmamalıdır.
Merhum Bülent Ecevit'in siyasetteki yükselişi onun "sosyal demokrasi"yi derinlikli şekilde kavraması ve partisini bu düşünce çerçevesinde yeniden örgütlemesinden ziyade "Bu düzen değişmelidir" sloganıyla dile getirilen değişim arzusu ile 1930'ları altın çağdaşlaştırmak yerine o dönemin olumsuzluklarını eleştiren bir yaklaşımı sahiplenmesiydi.
"Sağ-sol" analizleriyle anlaşılması kolay olmayan siyasetimizin en azından iki kutuplu biçimde sürmesi yararlıdır.
CHP'nin bir kutup olmaya devam edebilmesi ise "sol" olmaktan (bu "sol" olmasının gereksiz olduğu anlamına gelmez) önce bir "değişim tasavvuru" geliştirebilmesine bağlıdır.