Siyaset yaptıklarının farkında olmadan yatay katılım arzusunu dile getirerek değişik talepler iletmeye çalışan Gezi Parkı protestocularının başlattığı eylemin, 1970 model Soğuk Savaş solculuğu tarafından gasp edilerek maksimalist isteklere dönüştürülmesi üzerinde durulması gereken bir gelişmedir.
Eylemi başlatanlar için "onların yararına her türlü kararı aldığını" düşünerek, komplo dışında bir açıklama getiremeyen siyasî iktidar ile "kendileri olmak isteyen" bu kişilerin taleplerini ancak kurucu liderin "askerleri" ya da "çocukları" olarak kavramsallaştırabileceklerini düşünen muhalefet ise "sandıkta hesaplaşalım" ve "hükûmet istifa etsin" yaklaşımlarıyla siyasetin sadece bu düzeyde yapılabileceğini vurgulamaktadırlar.
Gezi Parkı eyleminin, "Gezi Parkı eylemi olarak sürdürülemeyerek" kısa sürede elbirliğiyle bir "kökten iktidar değişimi" çatışmasına dönüştürülmesi siyasetimizin yapısal bir sorununun ne denli derinleşmiş olduğunu ortaya koymaktadır.
Siyasetin total ve kapsayıcı bir "iktidar"ı ele geçirme aracı ve tüm toplumsal alanları tek başına şekillendirme olarak kavramsallaştırılması birçok sorunu da beraberinde getirmektedir.
Bir türlü kıramadığımız baskıcı iktidarkomplocu muhalefet sarmalı ise şüphesiz bu sorunların önde gelenlerinden birisidir. Bu sarmal, kavram ve süreçler değil, kişilikler üzerinden tartıştığımız siyasetimizin de sürekli biçimde yeniden ürettiği bir kısır döngüdür.
Baskıcı iktidarkomplocu muhalefet
Siyasetimizin bir türlü kıramadığı bu sarmalın lider ve örgütlerden soyutlanarak ele alınması gereklidir. İktidar ile muhalefet arasında kökleri derinlere giden bu ilişkinin, toplumumuzda siyasetin siyasî partiler aracılığıyla yapılmaya başlandığı 1908'den sonra da geçerli olduğunu belirtebiliriz. Dolayısıyla bu alanda kavramsallaştırma yapılırken güncelliğe de saplanmamak ve tarihî süreci değerlendirmek zorunludur.
1908 Seçimleri sonrasında yaşanan iktidarmuhalefet ilişkisi iktidarın genel oy dışındaki yollarla değiştiği bir sistem yaratmıştır. 31 Mart sonrasında, 1912 Halâskâr Zabitan girişimi ve 1913 Bâb-ı Âlî Baskını iki temel iktidar değişimine neden olmuş; Mahmud Şevket Paşa suikastı ise karşı darbeye dönüşerek fiilî tek parti iktidarının pekiştirilmesine yol açmıştır.
Erken Cumhuriyet dönemini farklı bir tek parti idaresinde geçiren yeni toplum, 1950 seçimleriyle büyük bir atılım yapmış, ancak söz konusu sarmalı kıramamıştır. Bunun neticesinde Türkiye, 1960'dan başlayarak, iktidarın seçim dışı müdahalelerle değiştirildiği, bu yapılamazsa kuvvetli bir vesayetle yönlendirildiği bir düzen içinde yaşamıştır.
Bu ilişkinin kişilerden bağımsız bir şekilde ele alınmasının önemi vurgulanmalıdır. 1908 Temmuzunda "hürriyeti ilân" eden İttihad ve Terakki Cemiyeti, 1950'de Tek Parti baskıcılığına karşı direnişin başını çeken Demokrat Parti sorunun lider psikolojisi ya da örgüt davranışına indirgenmesinin anlamlı olmadığını ortaya koymaktadır.
"Hürriyeti ilân" etmekle övünen bir örgütün, Ahmed Rıza Bey'e eski rejim istibdadının en azından bir "mehabeti (görkemi)" olduğunu söyletecek dereceye ulaşan baskıcılığa yönelmesi, Tek Parti iktidarının en ufak bir toplumsal itiraza izin vermeyen yaklaşımına başkaldıran Demokrat Parti'nin, 1957 sonrasında, muhalefeti sınırlamaya gayret etmesi üzerinde durmak gereklidir.
Bu yapılırken, liberal özgürlükçülüğün sözcüsü Sabahaddin Bey'den, 1960 öncesinde demokratikleşmenin ilerlemesini savunan entelektüellerle ittifak yapan CHP'ye ulaşan bir yelpazedeki muhalefetin de neden komploculuğa ve darbeciliğe yöneldiklerini incelemek gerekmektedir. Tekrar etmek gerekirse sorun kişilerden bağımsız, kökleşmiş bir sarmalın siyaseti şekillendirmesidir.
Siyaset alanı olarak iktidar
Bu sarmalın bu denli etkili olmasının temel nedenleri iktidarın bir paylaşım alanına dönüştürülememesi ve bu sahaya siyaset dışı aktörlerin müdahalesidir.
Uzlaşmaya zorlayıcı kontrol ve denge mekanizmalarının sınırlılığı ve güçlü merkeziyetçilik iktidarı "siyaset"e egemen, onun üzerinde tekel oluşturan denetimsiz bir güce dönüştürmektedir.
Hukuk devleti olma eşiğinin bir türlü aşılamayarak, "kanun devleti" sınırları içinde kalınması ise bu gücün kontrolünü bütünüyle imkânsız kılmaktadır.
Uygulamada anayasa değişikliği benzeri sınırlı alanlar haricinde iktidarın her istediğini herhangi bir engelleme ile karşılaşmadan gerçekleştirmesi, yürütmenin aşırı güç kazanması ve merkezde yoğunlaşması iktidarın siyaset içi paylaşılmasını engellemektedir.
Yerleşik siyasî kültür ise bunun olağan kabul edilerek sorgulanmamasını sağlamaktadır. Enver Paşa'ya atfedilen "yok kanun, yap kanun" vecizesi genellikle İttihad ve Terakki'nin siyasete yaklaşımını hicvetmek için kullanılmaktadır. Ancak bu ifade 1908 sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Türk siyasetinde egemen olan iktidar anlayışını da oldukça iyi özetlemektedir.
İktidarın siyaset içinde paylaşılmaması, yâni siyasetin bir bölümünün ona bütünüyle sahip olması, sınırlama alanında siyaset dışı aktörlere yönelinmesi neticesini doğurmaktadır. Bu da doğal olarak iktidarı otoriterleştirmekte, muhalefeti ise siyaset içinde paylaşılmayan, sınırlanmayan, frenlenmeyen iktidarı dış aktörler yardımıyla ele geçirmeye yöneltmektedir.
Vesayet sistemi de bir anlamda olağan yollarla iktidarı ele geçiremeyeceğini gören muhalefetin iktidardan "zinde kuvvetler" olarak nitelendirilen aktörler yardımıyla pay alma girişimidir. Bunun 1960 sonrasında kurumsallaşması iktidarlar kadar Türkiye'yi de frenlemiştir.
Sorun yapısaldır
Bu çerçeveden bakıldığında kökleri geçmişe dayanan sorun yapısaldır. Çözülmesi ise üç alanda ciddî atılımlar yapılmasını gerekli kılmaktadır.
İlk olarak siyasetin uzlaşmayı zorunlu kılacak kontrol ve denge mekanizmalarıyla teçhiz edilerek "iktidarın" siyaset içinde paylaşılması gerekmektedir. Türkiye yeni anayasa yapımında "iktidar"ı güçlendirme yerine, onun siyaset üzerinde tekel oluşturmasını önleme üzerine yoğunlaşmalıdır.
Bunun hayata geçirilebilmesi ise ancak "kanun devleti"nden "hukuk devleti"ne dönüşümün gerçekleşmesiyle mümkündür.
Bunların yanı sıra siyasetin merkezde temerküz ederek tüm topluma dikey biçimde şekil veren yapısının adem-i merkeziyetçilik ve yatay katılım mekanizmaları yardımıyla değiştirilmesi gerekmektedir.
Bunlar yapılmadıkça, Gezi Parkı eylemi türünden girişimlerin gasp edilmemesini ve özgürlükçü iktidar-katılımcı muhalefet ilişkisinin şekillenmesini beklemek, beyaz atlı prensin kurtarıcı olarak ufukta belireceğini ummaktan pek de farklı değildir.