9 Mayıs, her yıl Avrupa Günü olarak kutlanır. 1950'de, savaştan yeni çıkmış ve derin düşmanlık içinde olan Almanya ile Fransa'nın, bu gerilimden kurtulması için Robert Schuman'ın yaptığı çağrının yıldönümü, Avrupa Günü olarak benimsenir. Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmasıyla 1952'de başlayan bu girişim, çok inişli çıkışlı bir rota takip etse de, bugün dünyada en özgürlükçü, en liberal, en geniş ve en şeffaf toplum projelerinden biri haline geldi.
Avrupa Parlamentosu (AP) mayısta seçime gidecek. Doğrudan oy kullanılarak oluşturulan yegâne uluslararası parlamento olma özelliğini koruyor. Her adımda, AB devletleri, yurttaşla- rın karar alma mekanizmalarına daha yakın olmasını sağlamak için AP'ye büyük ve yeni yetkiler tanıdı. Bugün parlamento, AB işleyişinde, üye devletlerin temsil edildiği Bakanlar Konseyi'nin yanında, bir "üst meclis", bir senato görevi ifa ediyor.
Parlamento, yeni seçimlerle iş başına geldikten sonra AB'nin üçüncü büyük kurumu ve icra organı olan Avrupa Komisyonu'na güvenoyu vererek onun iş başına gelmesini sağlıyor. 2009'da Lizbon'da kabul edilen tadilat çerçevesinde, AB'nin artık bir Bakanı ve bir Dışişleri temsilcisi de var. Aslında, 2005'te Fransa ve Hollanda referandumlarıyla reddedilen Avrupa Anayasası kabul edilseydi, AB Başkanlığı beş yıl süreli ve geniş yetkilerle donatılmış bir mevki olacaktı. Bugünkü haliyle, AB Başkanı, üye devletlerin temsil edildiği Konsey için bir arabulucu, bir koordinatör görevi yapıyor. Bu görev, adını kimsenin duymadığı bir Belçikalı siyasetçi olan Herman Van Rompuy tarafından üstlenildi ve ilk döneminde başarılı oldu. Onun göreceli başarısı, uluslararası ilişkilerde önemli bir tampon işlevi üstlenmesinden kaynaklandı. Benzer biçimde, hiç bilinmeyen bir isim, İngiliz Parlamenter Catherine Ashton, dışişlerinden sorumlu göreve getirildiğinde, herkes AB'nin bir dışişleri bakanlığı olamayacağını, üye devletlerin bu sistemi çalıştırmak istemeyeceğini düşünüyordu. Ashton da olumsuz beklentileri boşa çıkaran, tevazu sahibi fakat etkili bir performans sergiledi.
AB için yeni seçim dönemi, Türkiye ile ilişkilerini de derinden etkileyebilir. Belki de ilk kez, AB içinde Komisyon Başkanlığı için siyasiler adaylıklarını açıkladı. Bugüne kadar, Komisyon Başkanı'nın adı, üye devletlerce kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar sonucu belirlenir, tek bir adayla Parlamento'dan güvenoyu istenirdi. Bu kez, AP Başkanı Martin Schultz, eski Lüksemburg Başbakanı, Eurozone'un başkanlığını yapmış olan kurt siyasetçi Jean- Claude Juncker, IMF Başkanlığı yapmakta olan eski Fransa Maliye bakanlarından Catherine Lagarde gibi son derece yüksek profili olan siyasetçiler adaylıklarını açıkladı.
İki dönemdir Komisyon Başkanlığı yapan Manuel Barroso, çok düşük profili olan bir başkanlığı benimsemiş, bu tavrı da üye devletlerin temsilcilerinin işine gelmişti. Yeni dönemde AB içindeki görevlere gösterilen ciddi talep, Avrupa kıtasının aşmakta olduğu engellerle orantılı bir bilinçlenme düzeyini ve toplum beklentilerini ortaya koyuyor. Bu dinamiğin varlığı, gelecek açısından umut veriyor. Ne var ki, Türkiye ile olan ilişkilerin de, artık klişeleşmiş değerlendirmeler ve ertelemelerin ötesine geçebilmesi umudu kadar, üyelik müzakerelerinin hız kazanmasını istemeyen kişilerin yönetim kademelerine gelmesi ihtimali de var.
Bugüne kadar, AB içinde yaşananlar, Türkiye'de ne kamuoyunun, ne de siyasi partilerin çok dikkatini çekmedi. Ne var ki AB kıpırdıyor ve Türkiye, siyaseti, sosyal yapısı, ekonomisi ve küreselleşmenin güçlendirdiği ittifaklar sistemiyle, AB'ye on yıl öncesine nazaran çok daha derin ve kuvvetli bağlarla bağlı. Gelişmeleri daha iyi izlemek ve olabilecek sonuçları ayrıntılarıyla tartışma dönemi başlıyor.