Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni tehcirinin 99. yılında, resmi bir bildiriyle tüm tehcir kurbanlarına rahmet diledi, torunlarına başsağlığı dileklerini iletti. Başbakan Erdoğan adına yapılan bu resmi açıklama, hiç şüphesiz tarihi bir belge. Çok önemli bir dönüşümü, trajik olayları inkâr etmekten, onları anlamaya ve üzüntüyü paylaşmaya geçişi, temel bir anlayış değişikliğini temsil ediyor.
Duyurulduğu andan itibaren bütün dünya haber ajanslarına bir bomba gibi düşen ve tüm uluslararası medyada anında yer bulan bu adım, Türkiye konusunda tümüyle olumsuz şartlanmış olan yabancı kamuoyunu ve iç siyasette Başbakan'dan böyle bir açılım beklemeyen tüm çevreleri çok şaşırttı. İlk şaşkınlık geçtikten sonra, özellikle diyaspora temsilcilerinin bir bölümünden "soykırım tanınmadı, kabul etmeyiz, samimi değil" mahiyetinde olumsuz sesler yükseldi. Bir anlamda bütün varlık nedenini "Türk Devleti" nefreti üzerine kurmuş bir diyasporanın, böyle ciddi bir siyaset ve yaklaşım değişikliğini hemen anlaması, hazmetmesi ve olumlu tepki vermesi zaten kendini reddetmesi anlamına gelirdi.
İlginç gelişme, bugüne dek devamlı olarak Türkiye'ye bir "hafızası ile yüzleşme" çağrısı yapan ülke temsilcileri, bu tavır değişikliğine hazırlıksız yakalandıkları için doğru dürüst tepki dahi veremediler. Diyasporadan oy almak için alışık oldukları üslubu kullanamayacak olmanın ciddi rahatsızlığını hissettikleri düşünülebilir. ABD Yönetimi adına orta düzeyde bir temsilci, klişe bir değerlendirme ile Başbakanlık açıklamasının olumlu bulunduğunu belirtti. Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle de, bunun doğru yönde atılmış bir adım olduğunu teyit etti. Bunun ötesinde, kimseden ses çıkmadı. Çok uzun yıllar, bizim "müessif ölümler oldu tabii, ama..." diye başlayan açıklamalarımıza alışık olan uluslararası diplomasi çevreleri, bu tarihi adımın şaşkınlığını henüz üstlerinden atamamış gözüküyorlar. Bu kadar hazırlıksız yakalanmalarının ve tepki vermekte çok güçlük çekmelerinin temelinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bir yıldır, Batı kamuoyunda giderek artan biçimde bir otokrat olarak gösterilmeye çalışılması yatıyor.
Bu derin algı saptırmasının sonucunda, önemli bir kesim kendini, bu denli kökten bir politika değişiminin Başbakan Erdoğan'dan asla gelmeyeceğine ikna etti.
Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık koltuğuna oturduğundan bu yana, daima radikal, devrimci, cesur kararlar almakta hiç tereddüt etmedi. Katiyen değiştirilemez denilen Kıbrıs siyasetini değiştirdi, çözüme yol açtı, Annan planını destekledi, eğer daha önce seçilebilmiş olsaydı, muhtemelen Güney Kıbrıs'a üyelik kapılarını ardına kadar açan stratejiye de engel olurdu. Kürt sorununda, "atılamaz" denilen tüm adımları attı, Kürt halkına saygıyı, diline kültürüne hürmeti göstermekten çekinmedi. Kürtçe yayın yapan bir devlet kanalı oluşturdu. Yapılamaz denilen tüm açılımları yaptı, dökülen kan durdu.
AB ile görüşmelerde kapıyı çarparak çıkacak çok sayıda provokasyon yaşandı, masadan kalkmadı. Askeri vesayet karşısında dik durdu, MGK sistemini olması gereken demokratik konuma getirdi. Bütün bunları yaparken genelde medyanın ve kanaat önderlerinin engelleriyle karşılaştı. Başbakan, atmak istediği devrimci adımları birer birer, tüm engel ve geciktirmelere rağmen atmayı başardı. Şimdi 99 yıllık bir yaranın, kangren olmasını engellemek, insanlık duygularını öne çıkarmak, kendi insanımızla barışarak, evrensel düzeyde barış, anlayış ve duygudaşlık sağlamak için çok önemli, hatta tarihi bir kapı açtı. Başbakan'ın bugüne kadar gerçekleştirdiği, tüm devrimci dönüşümlere rağmen, hâlâ kendisinin bu denli tanınamamış olması da anlaşılır gibi değil... Kendisine muhalif olan kesimin yegâne başarısı da, Başbakan'ın imgesini Batı kamuoyunda bu denli çarpıtabilmiş olması.