Türkiye iki gün önce, biri öngörülen, diğeri de gelişmeler sonucu acilen organize edilen iki önemli zirveye ev sahipliği yaptı. İlki, teröre karşı uluslararası düzeyde yapılan bir zirveydi ve ABD Dışişleri Bakanı Clinton, AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Ashton başta olmak üzere on yedi ülke temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşti. Bunun paralelinde, Kubeyr'de gerçekleşen sivil halk katliamı çerçevesinde, bir de "Suriye Zirvesi" düzenlendi. Bu zirvelerin yanı sıra Türkiye-AB Siyasi Diyalog toplantılarının üçüncüsü gene İstanbul'da yapıldı.
Türkiye, özellikle de İstanbul'da yoğunlaşan diplomatik temaslar çerçevesinde, giderek bölgede bir ağırlık merkezi olmak yolunda hızla ilerliyor. Son aylarda yapılan görüşmeler, İran'ın Batı ülkeleriyle aynı masa etrafına oturarak nükleer yakıt konusunda askeri çözüm tehlikesinin uzaklaşması, Batı Balkan ülkelerinin bir araya gelmesi, Suriye muhalefetinin tek bir platform etrafında toplanması hep Türkiye'nin aktif çalışmasıyla İstanbul'da gerçekleşen önemli siyasi merhaleler oldu. AB ile ilişkilerin güçlendirilmesi çalışmalarını
AB yetkilileri, kimi zaman klasik kalıpların dışına çıkarak yürütmeye çalışıyorlar. Avrupa Komisyonu üyeleri giderek fazla biçimde mesailerini Türkiye'de harcıyorlar.
Türkiye, bölgesel bir güç olarak istikrar ihraç etme çalışmalarını sürdürüyor. Bunun yanında, Türkiye'nin giderek artan uluslararası ağırlığı ve içine girdiği ilişkiler ağı, iç politikada da olumlu dinamikler yaratmaya başladı. Dışa kapalı, gündelik siyasetle yaşayan bir iç politika anlayışı, giderek daha ciddi, uluslararası sorunların partilerin bir araya gelerek tartışacağı bir sisteme dönüşme işaretleri veriyor. Ana muhalefet partisinin geçtiğimiz hafta içinde yaptığı girişim, hükümetin buna karşı gösterdiği olumlu, hazımlı ve yapıcı tavır, dış dinamiklerin iç dinamiklere nasıl tesir ettiğini gösteriyor.
Yeni bir uluslararası platform
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, alışık olmadığımız biçimde dünyadaki tüm medya kuruluşları neredeyse her gün Türkiye üzerine haber ve yorum üretiyorlar. Giderek karamsarlığın hakim olduğu genel konjonktürde Türkiye bir "vaha" görünümü veriyor.
Türkiye, sadece bölgesel güç olarak değil, bölge ülkelerinin ve dünyanın önemli ülkelerinin bir araya gelebilecekleri "nötr" bir platform oluşturma konusunda da ciddi aşama kaydetti. Geleneksel olarak Türkiye'yle rekabet içinde bulunan ve ilişkileri bu yüzden sıkıntılı olan İran dahi, ikinci toplantının Bağdat'ta yapılması isteği karşılığında BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyesi ve Almanya ile İstanbul'da görüşmek dışında alternatif bulamadı.
2002'de, 11 Eylül saldırısına uğrayan ABD'ye destek amacıyla, ilk kez Dünya Ekonomik Forumu toplantısı Davos dışında, New York'ta yapılmıştı. Ben de "Geleceğin Global Lideri" unvanını kazanmanın heyecanı içinde, dönemin Ekonomi Bakanı Kemal Derviş ve Dışişleri Bakanı rahmetli İsmail Cem'in katıldıkları bir akşam yemeğine davetliydim. Yemekte o dönem yeni kurulan AKP'yi temsilen Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül de bulunuyorlardı. Bu geleceğin Başbakanı Erdoğan'ın AKP Genel Başkanı olarak ilk ABD ziyaretiydi. Salona girdiğimde, katılımcı sayısının otuz kişiyi geçmediğini görmüştüm. Recep Tayyip Erdoğan ile ilk tanışmam da o toplantıda gerçekleşti.
Aradan on yıl geçti, Dünya Ekonomik Forumu, gene Davos'tan çıkarak bu kez İstanbul'a üç kıtayı kapsayan geniş bir toplantı için geldi. Uluslararası medyanın tüm projektörleri İstanbul'a ve Başbakan'a çevrildi. Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlığının dokuzuncu yılında, gittiği her yabancı ülkede sayısı binlerle, kimi zaman on binlerle ölçülen kalabalıkları topluyor. Artık başka bir Türkiye algısı var, bu algının merkezinde de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bulunuyor.