Her yıl olduğu gibi, bu yıl da, müzakereler başladığından beri hep yüreğimizi ağzımıza getiren bir tarihe hızla yaklaşıyoruz.
Aralık ayında yapılacak AB Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesi kapımıza dayandı.
Bu satırları okuduğunuzda, muhtemelen sonuç belgesi de kesinleşmiş olacak, gene fevkalade yüksek ihtimalle büyük sürprizler de içermeyecek.
AB içinde çok ciddi bir kargaşa yaşanıyor.
Euro bölgesindeki ekonomik çalkantı, Yunanistan ile başladı, İrlanda ile sürdü, muhtemelen Portekiz de bu badireyi yardımsız atlatamayacak.
Bahsettiğimiz ekonomiler, AB içinde Euro bölgesinin ufak ortaklarından oluşuyor. Ciddi fonlar ayırmak gerekse de, bu ekonomileri girdikleri borç bataklığından kurtarmak, Almanya başta olmak üzere diğer büyük ekonomiye sahip ülkelerin pekâlâ becerebilecekleri bir iş. İspanya gibi, bizim ekonomik büyüklüğümüzün nerede ise iki misline sahip bir ülke eğer benzer bir ekonomik çalkantıya girerse, onun kurtarılması için çok daha ciddi fedakârlıklar yapmak gerekecek.
İtalyan vekilleri büyük olasılıkla benzer biçimde mantık yürüttüler ki geçtiğimiz hafta içinde, Silvio Berlusconi, mecliste çoğunluğunu yitirmesine rağmen güvenoyu tazeleyebildi, hükümeti de şimdilik ayakta kaldı.
Federal Almanya, çeşitli manevralardan sonra, "kurtarma fonları" konusunda AB'ye önemli bazı değişiklikler yaptırmayı başardı.
Merkel, gerek yetişme tarzı, gerek düşünceleriyle Adenauer, Erhard, Brandt hattâ Schröder veya Fischer çizgisinde bir lider değil. AB'yi bir anlamda hazır buldu. Almanya'ların birleşmelerinden sonra Avrupa ideali ile değil, devasa bir AB yapısı ve sistemiyle tanıştı.
Her ikisinin de birbirinden çok hoşlandığını kimse iddia etmiyor. Ancak Almanya'nın "AB dışında" bir güç olabilmesi ya da politika oluşturması da şimdilerde herhangi bir biçimde gündemde değil.
Avrupa için iyi bir fikir bulması için herkes, eskiden kalma alışkanlıklarla Fransa'ya bakıyor.
Fransa, ciddi biçimde bir yönetim krizi yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, Fransa'da sol bir hükümetin iktidara gelmesi ya da "sol" bir adayın başkanlığa uzanabilmesi için olmazsa olmaz koşul, muhafazakâr sağ ile merkez liberal sağ partilerin bölünmesi olmuştu. Bugünün değişen dengelerinde ve siyaset yapma anlayışında, bu denklemin de artık geçerliliği kalmadığı söylenebilir. Ancak gelişmeler pek de öyle gibi durmuyor.
Merkez oyları toplayacak, dolayısıyla muhafazakâr sağın oylarıyla başkan seçilen Sarkozy' nin bir kez daha seçilmesini engelleyebilecek tek bir aday var gibi görünüyor. Sarkozy'nin iç politikaya bulaşıp kendisi için muhtemel bir rakip olmasını engellemek amacıyla IMF'nin başkanlığına oturttuğu Dominique Strauss-Kahn, uluslararası planda o denli başarılı bir performans sergiledi ki, Sarkozy'nin korktuğu başına gelebilecek gibi gözüküyor.
Tüm kamuoyu yoklamaları, 2012 başkanlık seçiminde Sarkozy ile Strauss-Kahn arasında geçecek bir ikinci tur için, tarihte hiç görülmemiş bir farkla, şimdiki başkanın ağır bir yenilgi alacağını gösteriyor.
Fransız sisteminin bir özelliği de, bu iki turlu seçimler...Strauss-Kahn'ın kazanması için ikinci tura kalması gerekli, zaten sorun da burada yatıyor. Sosyalist Parti, kırk yıla yakın bir süredir üyesi olan Strauss-Kahn'ın aday olması konusunda fevkalade ikircikli bir tutum sergiliyor. Siyasi partiden çok, çeşitli fraksiyonların birbirini alt etmeye çalıştığı bir yengeç sepeti görüntüsü veren Sosyalist Parti, belki de Sarkozy'nin ikinci kez seçilebilmesi için en önemli müttefiki olabilir.
Fransa da, Sarkozy ile devam edecekse, AB için çok parlak fikirler üretemeyecektir.
Akdeniz Birliği girişiminin içine düştüğü acıklı durum, Sarkozy'yi benzer bir girişimde bulunmaktan alıkoyacaktır. O halde AB'nin genişleme, derinleşme ve kazanımları sağlamlaştırma sürecini nasıl bir strateji çerçevesinde kim götürecek sorusunun cevabı da havada kalıyor.
Eskiden Avrupa Komisyonu'nun uzun soluklu siyasi projeler üretme yeteneği vardı, Delors dönemi para birliği buna örnek verilebilir. Artık böyle bir olanak yok, Barroso Komisyonu böylesi bir görevin altından kalkacak kapasite ve siyasi birikime sahip değil. Dünya değişiyor, AB içindeki karar alma mekanizmasının yavaşlaması ve karar üretememesi AB'yi büsbütün zora sokuyor. AB, değişen dünyaya uyum sağlamak için çok daha hızlı ve yaratıcı biçimde hareket etmek zorunda: tüm geleceği, ekonomisi, sosyal barışı da buna bağlı görünüyor.
Bu soruların düğümlendiği en öncelikli ve acil konu da Türkiye'nin üyeliği olarak şekilleniyor. Türkiye konusunda ciddi bir açılımda bulunmak için, AB'nin yeni bir bakış açısı benimsemesi, giderek bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.