Bazen kendime soruyorum: bu İstanbul üzerine yazma dürtüsü nerden geliyor? Sinema- dışı yazılarım için zaten çok sınırlı olan yerimde, herkes gibi ilişkiler üzerine, en azından aydın soslu magazin yazıları yazmak, şıkır- şıkır sinema ve kültür dedikoduları vermek daha akıllıca değil mi? Daha çok okunmaz mı? Üstelik İstanbul yazılarım ne yönetimden özel teşvik görüyor, ne de okurdan...
Yine de yazıyorum. Çünkü bu kente aşığım. Her şeyiyle: tarihiyle, doğasıyla, kültürüyle, canlılığıyla...Ve bunları korumanın, İstanbul'a hizmet etmenin çok önemli bir görev, nerdeyse kutsal bir misyon olduğuna inanıyorum.
Ama inanın, git gide umutsuzluğa düşüyorum. Gerçi çok iyi işler de yapılıyor, önemli onarımlar var, koruma bilinci gelişiyor. En önemlisi, kent değer kazandı, kente para akmaya başladı. Bunlar olmadan, sadece romantik bir bakışla ve amatörce çabalarla böyle bir kenti koruyamaz ve güzelleştiremezsiniz.
Ancak öyle uygulamalar getiriliyor ki... Öncelikle, korkunç bir yeşil alan düşmanlığı, o alanları üzerine illa da fonksiyonel bir yapı konması gereken boş arsa olarak görme eğilimi. Bu, Türklerin geninde mi var? Maçka parkından Beşiktaş kıyılarına, Dolmabahçe yeşilinden Anadolu yakası sahil yoluna heryerde kahve ve lokantalar açıldı, açılıyor. Ataköy halkı bir yandan sahil şeridini kurtarmaya, öte yandan binaların ortasındaki yılların yeşil alanına yapılacak oteli protesto etmeye çalışıyor. Çengelköy halkı ünlü bostanlarının imara açılmasına karşı çıkıyor. Sadece şu son günlerde, Eyüp'ten Beşiktaş'a mahalle sakinleri, semtlerinde yok edilmeye hazırlanan parklar için gecegündüz demeden nöbet tutuyor.
Rant kaygısı öyle boyutlara uzanmış ki, Kültür Bakanlığı yıllar önce 'açıkhava taş eserleri imüzesi' olmak üzere Fatih belediyesine verdiği alana kebapçı dükkanı açtıran belediye için suç duyurusu yapıyor. O belediye ki, artık lağvedilmiş olan eski Eminönü belediyesinin alanından da sorumlu olarak, İstanbul'un bir numaralı tarihi bölgesini korumayı dünya önünde taahhüt etmiştir. Bu zor, ama onur verici sorumlulukla, Sultahmet'in göbeğinde ve tarihsel kalıntılar üzerinde kebapçı açtırmak nasıl bağdaşıyor?
Bunlar yetmiyor, "kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulları"nın yapısı değiştiriliyor, kurul üyelerinin sadece hükümet tarafından atanma ilkesi getiriliyor. Yani tüm ülkede, tarihi ve doğayı koruma görevi iktidara bırakılıyor. Her iktidar gibi, varolanı korumaktan çok yeniden yapmayı yeğleyen bir mantığa...
Ve de İstanbul için son sürpriz, bir Kanun Hükmünde Kararname ile Boğaz'daki tüm kamu binalarının otel yapılmasına kapı açılıyor. Evet, çocukken enkazında denize girdiğimiz Çırağan sarayı kalıntılarının, boş duran Atik Ali Paşa yalısının otele dönüştürülüp Çırağan Oteli ve Four Seasons- Bosphorus olmasına nasıl sevindik!... Şimdi de Ortaköy'de yanan eski Fehime Sultan ve Hatice Sultan yalılarının birleştirilip otel olmasını heyecanla bekliyoruz.
Ama, rica ederim, bir Galatasaray veya Kabataş binası, bir Kuleli lisesi de mi otel yapılacak? Ait oldukları kurumlar gibi artık tarihimizin malı olan bu yapıları da mı ranta feda edeceğiz? İlber Ortaylı hocanın özetle "imparatorluklar başkentinin çeşitli yapıları üstüne atlamanın, teşebbüs zihniyetinden çok ucuzculuk ve görmemişlik olduğu" sözlerine de mi kulak vermeyeceğiz?
İçtenlikle kaygı duyuyorum. Ve karar mercilerini, tarih karşısında daha sorumlu davranmaya çağırıyorum.