Antalya festivalinin 48. yılında yaptığı büyük atılım gözden kaçacak gibi değil. Demek ki bir büyük kültürel girişim yeni bir bakış, enerjik bir yönetim ve sağlam bir politik iradeyle kendisini tümüyle yenileyebilir, gençleşebilir, geçmişle bugün ve giderek gelecek arasında ustaca köprüler kurabilir.
Kendi adıma, Antalya festivaline ilk kez 1974 yılında jüri üyesi olarak katıldım ve o zamandan beri, aralıklarla da olsa gitmeyi sürdürdüm. 1964 yılında belediye başkanı rahmetli Avni Tolunay'ın girişimiyle başlayan festival, önceleri İstanbul'daki çeşitli sinema kuruluşlarından FİLMSAN'ın önderliği altında başlamış ve oldukça ticari bir görünüm almıştı. 1973'de Selahattin Tonguç'un belediye başkanı olmasıyla birlikte, festival yine İstanbul'daki SESAM denen yapımcılar birliğinin yönetimine girdi ve sinemaya bakışını radikal biçimde değiştirdi. Bunun ilk meyvesi olan 1974 yılının jürisini unutabilir miyim? Alim Şerif Onaran, Nijat Özön, Semih Tuğrul, Mahmut Tali Öngören gibi hepsi rahmetli olmuş, değerli sinema yazar ve tarihçileri. Ayrıca filmlerimizin büyük koruyucusu Sami Şekeroğlu, yönetmen Duygu Sağıroğlu ve bendeniz. Elbette, nerde oyuncu, besteci, senaryo yazarı, görüntü ustası diye sorulduğunu duyar gibiyim. Ama o yıl bir büyük değişim yılıydı ve sinemaya ciddi, kapsamlı ve eleştirel bir bakışı gerçekleştirmek için, meslek-dışı sinema adamları konusunda abartıya kaçılmıştı.
Hemen sonrasında denge kuruldu.
Yine de Lütfi Akad'ın Düğün'ünü birinci seçmemizi, ikincilik/üçüncülük ödüllerini Süreyya Duru'nun Bedrana ve Safa Önal'ın Umut Dünyası'na vermemizi gururla hatırlıyorum. Bedrana ile Perihan Savaş ve Yunus Emre ile Hakan Balamir'i de en iyi oyuncular seçmiştik. Önceki yılların ödülleriyle kıyaslandığında, yepyeni bir bakışın habercisiydi bu. Ve öyle de gitti.
Festival bu yıl biri geçmişe, diğeri günümüze dönük iki büyük sürpriz sunuyor. Öncelikle festivalin uzun tarihinde iki kez, hem de üstüste yapılamayan iki festivali anıyor. Gerçekten de, 1979 festivali o yılların çok ağır sansür olayına karşı, tıpkı Cannes 1968'deki gibi bir büyük protestoya dönüşmüş ve önce yapımcıların, sonra da jürinin kararlarıyla, iptal edilmişti. Ertesi yıl, önceki yıl filmlerinin de katılımıyla yapılacaktı, ancak 11 Eylül 1980 tarihinde başlamanın kurbanı oldu. Ve ilk sabah gözlerini askeri darbeyle açan bir Türkiye'de, mecburen iptal edildi. Kente gelmiş olan jüri üyeleri bir süre mahsur kaldıktan sonra, köskös evlerine döndüler.
Oysa o iki yılda sinemamız adeta şaha kalkmıştı. Ve böylece Sürü'den Düşman'a, Demiryol'dan Yusuf ile Kenan'a, Kanal'dan Bereketli Topraklar Üzerine'ye tüm o güzelim filmler yarışamadı ve de seyircisine ulaşamadı. Şimdi o haksızlık gideriliyor ve o acı günler, sanat yoluyla anılıyor. Hem de, aralarında benim de bulunduğum eski jürilerden kalanların önüne çıkıp sembolik biçimde yarışarak... Hoş değil mi?
İkinci uygulama, çığ gibi büyüyen 'kadın sorunumuz'a bir tepki biçiminde ortaya çıkıyor. Bir yandan festivalin ana teması kadın, öte yandan yeni filmleri yargılayacak jüri, tümüyle kadınlardan oluşuyor. Bu biraz abartılı gözükse de, tam bir kıyıma dönüşen kadın sorunumuza karşı önemli bir jest, yüreklerden gelen bir büyük çığlık sayılmalı. Kendi adıma, bu yıl Antalya'da olmaktan gerçek bir mutluluk duyacağım.