Öfke ile kederin birbirine karıştığı bir gün daha yaşadık. Şemdinli'de PKK'lı teröristler askeri karakola saldırı düzenledi. Saldırıda sekiz askerimiz şehit oldu. Saldırının ardından başlatılan operasyonda mayın patlaması sonucu iki şehit daha verdik.
Aslında iki aydır bu duygular içinde değil miyiz? Genelkurmay'ın açılamasına göre 18 Nisan tarihinden bu yana PKK tarafından 24 saldırı düzenlendi. Saldırılarda 36 askerimiz şehit oldu. "Öfke" ile "Keder" sağlıklı ve objektif değerlendirmeler yapmayı zorlaştırır.
Şöyle bir düşünelim.
Son dönemde yeniden yoğunlaşan bölücü terörist saldırılarının sorumluluğunu İsrail dahil kimlere ve nelere bağladığımızı bir hatırlayalım.
Geçmişte Amerika'nın Irak'ı işgal etmesini de böyle değerlendirmemiş miydik?
Bunun gibi bazıları da Hükümet'in "Kürt Açılımı" ertesinde bölücü terör eylemlerinin arttığını ileri sürmüyor mu? Oysa biliyoruz ki, PKK saldırıları Amerika Irak'a girmeden önce de, "Kürt Açılımı"ndan önce de, Mavi Marmara dolayısıyla İsrail'le hasım olmamızdan önce de vardı.
Dersim'den Eruh'a
Ve hatta PKK'nın ilk silahlı eylemi olan 1984'teki Eruh baskınından önce de, "Kürt" içerikli kalkışmalar 1924'ten başlayarak kan dökülmesine neden olmamışlar mıydı?
Örneğin 1937-38 "Dersim Olayları" sırasında Ortadoğu'da ne Amerika ne de İsrail vardı.
Ama yine biliyoruz ki "Kürt Realitesi" Ortadoğu'nun sınırlar ötesi bir olgusudur.
İran topraklarında 1946'da ilan edilen "Mahabat Cumhuriyeti" denemesi ve şu anda denemenin çok ötesine geçmiş olan Kuzey Irak'taki özerk "Kürt Yönetimi", uluslararası dengeler ele alınmadan anlaşılamaz.
Sovyetler ve ABD anlaşınca Mahabat Cumhuriyeti de bitirilmedi mi? Bugün Türkiye "Kürt Realitesi"nin kabul edilmesi açısından 1938'den de, 1984'ten de çok ileri noktada.
Düşünün ki sanatçı Ahmet Kaya 1999'daki magazin gazetecileri gecesinde "Kürtçe türkü de söylemek istiyorum" dediği için medyatik linçe hedef kılındı. Türkiye'de yaşatılmadı, Fransa'da gurbette 43 yaşındayken 2000'de yorgun kalbinin krizine yenildi.
Bugün TRT'nin Kürtçe yayın yapan kanalı var.
Kürt seçmenleri temsil eden bir partinin TBMM'de grubu var.
Bir de hâlâ devam ettiği söylenen "Kürt Açılımı" (veya Demokratik Açılım) var.
Ama yine de PKK terörü bitmiyor.
İşin garibi bu "Açılım"ı sade PKK değil, iktidarda olmayan siyasi partiler de engelliyorlar.
Ayrıca açılımı başlatan Hükümet'in "Dağdan inin" çağrısına uyanların, Habur'dan geçişleri ertesinde bunların tutuklanmaları da kafaları karıştırıyor. Nabi Yağcı benim de paylaştığımı şu değerlendirmeyi yapmıştı Taraf'taki yazısında:
"- Bugün maalesef Kürt meselesinin çözümünde hükümet müthiş bir güven kaybı içine yuvarlandı. Üstelik bu hükümet cumhuriyet tarihi boyunca Kürt meselesinde tabuları sarsacak ölçüde ileri adımlar atmış ilk hükümet olduğu halde, bu adımlar güven sağlamaya yetmediği gibi 'neredeyse Kürt açılımı bitti' deme noktasına gerilendi.
Seçime kadar
Hükümetin ilân ettiği açılım ve Öcalan'ın da 'gelin' çağrısı üstüne barış sürecine katkı yapmak üzere Habur'dan giriş yapan barış grubu 34 kişinin yargılanması başladı. İlk duruşmada 10'u tutuklandı, başka tutuklamalar da bekleniyor. Daha önce 16 Nisan 2010'da bu gruptan olan Lütfi Taş'a Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi 'örgüt propagandası' gerekçesiyle 10 ay hapis cezası verdi. Yine aynı gruptan Mehmet Şerif Gençdal da aynı gerekçeyle tutuklanmıştı. Şimdi devamı geliyor."
Neyse...
Bu kriz konusu, belli ki bir genel seçim sonrasına kadar bu şekilde sürecek.
AK Parti'nin bu süreçte daha ileri adımlar atması, iç siyasetin dengeleri açısından mümkün değil gibi görünüyor.
Bunun ana nedeni de muhalefetin çözüme karşı "Her çeşit" muhalefeti seslendirmesidir.
Yani İsrail'i veya Açılım'ı sorunlu ilan etmek yerine, PKK'nın oyununa gelip ülkede Türk-Kürt gerginliği yaratmaktan kaçınalım.
Hepimiz aklımızı ve mantığımızı, öfkemize ve kederimize kurban etmeyelim.