Uluslararası ilişkileri değerlendirirken sade yöneticiler değil yorumcular da "Saddam Sendromu"na düşebilirler. "Saddam Sendromu"nun başlıca belirtisi anakronik düşünmek ve anakronik davranmaktır...
Daha açık deyişle yaşanılan zamanın yeni gerçeklerini görmemek, eski saatle zamanı anlamaya çalışmak ve "Değişim"in farkına varmamaktır.
Saddam Amerikan-Sovyet dehşet dengesini Ortadoğu denkleminde kendince kullanarak sol görünümlü Baas faşizmini Irak'ta yerleştirmişti.
1980'lerde ülkesini Humeyni İran'ı ile savaşa sokarak, hem Amerika'nın desteğini aldı, hem de dağılma dönemine girmiş olan Sovyetler'den olumsuz bir işaret almadı.
Savaş sonrasında Kuveyt'i işgal ederken, eski denklemin devam ettiğini var sayıyordu.
Ama Sovyetler çöküp dağılmıştı.
Amerika için de petrol üreticisi Arap ülkelerinin güvenliği, İran'a karşı Saddam'ın desteğinden daha önemli hale gelmişti.
Yeni zamanı eski koşullara dayanarak değerlendirdiği için Saddam bitirildi.
İsrail Iraklaşabilir
İsrail'in bugünkü yönetim kadrolarının Saddam gibi davrandıklarını kolayca söyleyebiliriz.
Onlar hâlâ Ortadoğu'nun Amerikan-Sovyet dengesine dayalı bir yapı içinde bulunduğunu var sayıyorlar.
Ayrıca ne yaparlarsa yapsınlar 21'inci yüzyıl dünyasını "Holokost"un hayaleti ile nötralize edebileceklerini düşünüyorlar.
Gazze'nin bir "Toplama kampı"na dönüştürülmesinin ayıbını, "Ama Hitler de Yahudilere böyle yapmıştı" gerekçesi ile sunmayı hüner sanıyorlar.
İran'ın muhayyel atom bombasını da, barış gemisindeki sopaları da "Saldırı silahı" olarak sunuyorlar.
Dilerim İsrail siyaseti de saatini yaşanılan zaman göre ayarlar.
İsrail seçmenleri bu ülkeyi Iraklaştırma yolundaki kadroları tasfiye eder.
Amerika için "Taşınılamaz yük" olmak konumunun eşiğinden döner bu ülke.
İsrailli yöneticilerin biraz akılları ve hesapları olsaydı, Türkiye ile de dünya ile de böylesine zıtlaşmazlardı.
Etyen Mahçupyan
Mesela dün Taraf'ta Etyen Mahçupyan'ın yazdığı gibi gelişebilirdi gemi krizi:
"Eğer isteseydi İsrail o gemilerin kendi karasularına girmesini bekleyebilir, sivil denetleyici gönderebilir ve hepsini enterne ederek yardım malzemesini kendisinin dağıtacağını söyleyebilirdi. Ancak İsrail böyle yapmadı... Özellikle gemiler karasularının dışında iken ve özellikle askerî tatbikatla onlara saldırdı."
Olaylara sadece Türk iç siyaseti açısından bakan ve sadece bu olayda da Hükümeti suçlamayı seçenlerin de "Değişim"i gözden kaçırdıklarını vurgulamalıyız.
Dün Cumhuriyet'te konuyu ele alan Mustafa Mutlu, "Türkiye'de 1970'lerin CHP'si, sosyalistleri için Yaser Arafat, yalnızca Filistin davasının değil anti-emperyalizmin bayraktarıydı, mazlumların lideriydi" diyerek konuya girmiş ve şöyle yazmıştı:
"Hem Filistinlilerin gayreti hem de dış algılarla, işgalci İsrail'e karşı bir meşru savunma hareketi olan Filistin meselesi, bir din meselesine, bir Müslüman-Yahudi çatışması yatağına taşındı. Karşıtlığın bu yatak değişikliğinden İsrailli radikaller de, İslami kimliğini öne çıkaran Filistin örgütleri de hoşnut kaldı."
Mazlumların davası
Evet... Filistinlilerin bitmeyen trajedileri sağın da solun da, iktidarın da muhalefetin de sorunudur.
İsveçli veya İngiliz ya da İsrailli vicdanlı insanlar Gazze için ne hissediyorlarsa, Türkiye'de de durum aynı olmalıdır.
Mustafa Mutlu bunun yolunu şöyle gösteriyor:
"Filistin davası yeniden 'mazlumların davası' haline nasıl gelebilir? Öncelikle bu mesele bir Müslüman-Yahudi çatışması söyleminden çıkarılmalı, Hamas odaklı bir mesele olmaktan çıkarılmalı, anti-semitizmden arınmalı ve mesele bir insanlık meselesi, yeniden anti-emperyalist bir dava olarak ele alınırken barış ve emek yanlısı İsraillilerle, Musevilerle de dayanışma içinde olunması gerekir. Filistin davası, yeniden solun, sosyalistlerin davası haline getirilmelidir."