Geçenlerde bir kanaldaki magazin programının konuğu, 1950'li ve 60'lı yıllarda skandalları ile ün yapan bir yıldız sanatçıydı. O yıllarda basın onun aşklarını, kaçamaklarını, evliliklerini, ayrılıklarını yazar, dekolte giysili fotoğrafları her gün yayınlanırdı.
Bu yıldız sanatçıya magazin programının sunucusu, bugünün yıldız sanatçıları hakkında ne düşündüğünü sorunca, şu cevabı aldı:
- Bizim zamanımızda sanatçılar özel yaşamlarına çok dikkat ederdi. Hayranlarımızı kızdırırız korkusuyla kapalı giyinir, geceleri eğlence mekanlarına gitmeye çekinirdik. Evli olduğumuz insanın bile elini kamuoyu önünde tutmazdık. Çünkü biz topluma örnek olmamız gerektiğine inanırdık. Şimdiki yıldızlar ise çok hafifmeşrep. Her gün eş değiştiriyorlar. Açık saçık görüntüler veriyorlar.
Yıllanmış bu yıldız sanatçının yeni kuşak meslektaşlarını, kendisinin geçmişteki örnek davranışlarını hatırlatarak eleştirmesini dinlerken, içime bir kuşku düştü.
- Acaba bu hanım gerçekten kendi geçmişinin kendi anlattığı gibi olduğuna mı inanıyordu? Acaba aradan geçen yıllar boyunca, beynindeki bellek hücrelerini, olmalarını hayal ettiği bilgilerle yeniden mi yüklemişti?
Aslında, toplumsal ve siyasal yaşamda çok sık rastlanan bir durumdu bu.
Sizler de bu duruma sık sık tanık olmuyor musunuz?
Siyasi yaşamları başarısızlıklarla, krizlerle, çözümsüzlüklerle dolu yıllanmış politikacıların, bugünü eleştirirken "Bunlar bizim gibi değil" diye söze başlamaları sizleri de şaşırtmıyor mu?
İktidarda bulundukları yıllarda Türk Lirası'nın değerinin pul kadar etmediği, periyodik döviz krizlerinin yaşandığı, petrolden margarine her şeyin kuyruklara bağlı satıldığı politikacıların, "YTL çok değerlendi. İhracatçıların nefesi tükendi. Çiftçi ve esnaf sıkıntıda" diye konuşmalarını hayretler içinde dinlemiyor musunuz?
"Güneydoğu sorunu" yetmezmiş gibi, sağ-sol kavgasının Türkiye'yi kurtarılmış bölgelere böldüğü dönemlerde bile birbirleriyle uzlaşamayıp, askeri darbeleri adeta davet eden isimler, "Şiddet dalgası böyle önlenemez" diye akıl vermeye başlayınca aklınız karışmıyor mu?
Bu tür davranış bozukluklarının daha çarpıcı olanı ise, Cumhuriyet'in "Tek Parti" döneminin bugüne "Devr-i Saadet" biçiminde sunulması ve o zamanki sosyo-politik modelin bugüne örnek olabileceğinin varsayılmasıdır.
Adalet Bakanı olduğu dönemde Medeni Kanun'u Türkiye'ye getiren (1926) ve bu kanunun gerekçesini yazan, 1930'larda bakanlıktan ayrıldıktan sonra Atatürk'ün emri ile gençliğe "İhtilal'in Hukuk Tarihi"ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) bir değerlendirmesini hatırlatalım:
- Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. ("Atatürk İhtilali", M.E.Bozkurt, Kaynak Yayınları, Sayfa 88)
Geçenlerde bir meslektaşımız Türk medyasında "Hain" ve "İhanet" gibi kavramların ne kadar sık yazıldığını anlamak için bir tarama yapmış ve şaşırtıcı rakamlara ulaşmıştı.
Demek istediğimiz şudur:
- Bugünden de yarından da ürküp, kendimize tehdit ve tehlikeler üreteceğimiz yerde, bugünü iyi anlayıp, yarına hazırlıklı olalım. Dünün şartları içinde bugünü anlamak da, sorunlara çözüm üretmek de imkansızdır. Yetmezmiş gibi bir de "Asalım, keselim" demek, gerçekten çok yersizdir.