Her gün bir gazete köşesinde yazı yazanların unutmamaları gereken gerçek, bu gök kubbenin altında söylenmedik bir sözün kalmadığıdır. Örneğin Montaigne'in 1572-88 yılları arasında yazdığı "Denemeler "indekinden daha özgün ve çarpıcı gözlemleri bir köşe yazarının, seslendirmesi ne kadar mümkündür ki? Gazete yazarlığında yeni bir şey söylemenin en kolay yolu tabii ki "Güncel"i yakalamaktır. Ama burada da, günceli, bilinen, kabak tadı vermiş yorumlarla karşılamak gibi bir sorun çıkar karşınıza. Örneğin değişimi, eski değerlerle anlamaya kalkışabilirsiniz. Sonunda da kaçınılmaz olarak "Nerede o eski karpuzlar, kavunlar" diye nostaljiye takılıp, kendinizi tekrar edersiniz.
1950'li ve 1960'lı yıllarda gençliğini yaşamış, kırmadığı fındık ve yaşamadığı ilişki kalmamış, skandalları ile ün yapmış bir hanım sanatçı, geçen yıl bir televizyonda "Bugünkü sanatçılar hakkında ne düşünüyorsunuz" sorusuna cevap verirken şöyle diyordu:
- Bizim zamanımızda sanatçılar özel hayatlarına özen gösterirdi. Beraber oldukları insanları kimse bilmezdi. Şimdikiler çok hoppa, çok hafif meşrep.
Bazı köşe yazarları, kendi özel yaşamlarının, aşklarının başkalarınınkine benzemediğini zannedip, bunları anlatarak tek düzeliği aşmayı denerler. Geçen yıl ilk kez bir köpek sahibi olmuş bir popüler sanatçı ile yapılmış röportajı okumuştum:
- Dünyada kimsenin böyle bir köpeği olamaz. Ben her eve geldiğimde havlıyor, nereye gitsem peşimden geliyor. Geçen hafta hasta olup, yatağa düştüm. Köpeğim ayağımın ucundan ayrılmadı. Böyle çok farklı bir köpek bulabildiğim için çok şanslıyım, diyordu.
O röportajı okurken, aktör James Stewart'ın (1908-97) ölen poodle (Kaniş) cinsi köpeği için 1970'lerde yazdığı şiiri hatırladım. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:
"Bir köpeğim vardı benim
Çağırınca hiç gelmezdi yanıma
Ama elimde top varsa ayrılmazdı benden
Bazen de elimde top varmış gibi davranırdı
Sabah uyanınca elimi atardım köpeğime
Ona değince elim, her şeyin iyi gittiğini bilirdim bu dünyada Şimdi elimi atınca karımın bacağı geliyor avucuma
Bu dünyada bir şeylerin iyi gitmediğini biliyorum artık"
Acaba köşe yazarlığında kendini tekrar etmeyi aşmak için bir yol, kendi düşüncelerini seslendirmek yerine, başka köşe yazarlarının düşüncelerine takılmak olabilir mi? Kendisi ve bordrosunu hazırlayanlar dışındaki herkesi aşağılamak, karalamak, ahlak ve yasa dışı sunmaya çalışmak, özgünlüğe giden bir yol olabilir mi? Nasreddin Hoca'nın bilinen hikayesidir. Hoca yaşlı ve şişman olduğu için, bir türlü bacağını kaldırıp eşeğine binemiyormuş. Hoca ile eşeğinin didişmelerini seyreden mahalle çocukları da laf atıp, alay ediyorlarmış. Hoca bunu üzerine çocukların duyabileceği yüksek sesle, iç geçirir gibi seslenmiş:
- Ah Hoca... Nerede o eski gençlik günlerin!...
Sonra da alçak sesle kendi kendine mırıldanmış.
- Sus köftehor! Ben senin gençlik günlerinde de ne halde olduğunu bilirim...
Başta da söyledim ya. Bu gök kubbe altında söylenmedik söz kalmamıştır. Mesela Oscar Wilde ne demiş:
- Evlilik, hayal gücünün zekayı yenmesidir. İkinci evlilik ise ümidin tecrübeyi yenmesidir.
Aşk ve kadın erkek ilişkileri üzerinde köşe yazıları döktürenlerin, Oscar Wilde karşı yeni bir söz söylemelerini bekliyorum.