Annesinin dolmasını özleyip duranları, "şu trafikten kurtulup eve varsam da, dünden kalan kuru fasulye pilava kaşık sallasam" diye hayal kuranları canı gönülden anlarım.
"Vişneli lahana püresi yatağında dana kuyruğu" yemeyi sadece züppelik olarak değerlendirmeyen; farklı tatlar peşinde gitmeyi ciddiye alanları severim.
Fakat ben en nihayetinde simitçiyim!
"Başka yemek yok!" deyip her seferinde yalnızca o "tılsımlı halka"yı, o güzeller güzeli simidi önüme koysalar, belki bir de yanına peynir, zeytin koysalar, uzun süre itiraz etmem.
***
Dün gazetelerde bir haber vardı. Dünyanın en zengin adamlarından
Abramoviç Bodrum'a gelmiş, limandaki çay bahçesinde oturup
çay-simit keyfi yapmış, yatına geri dönerken de bir torba dolusu simit götürmeyi ihmal etmemiş.
Okurlar "
vay be, bu adam da simitle karın doyuruyor ya!" diye hafiften dalgalarını mı geçmişlerdir, yoksa içlerinden "
aferin adama, ağzının tadını biliyormuş!" diye mi geçirmişlerdir, bilemiyorum.
Fakat belli ki
Abramoviç de simidin tadında,
asla parayla satın alamayacağı şeyle tanışmış...
Simit sadece bir tat değil, alçakgönüllü fakat katıksız yaşam sevincidir!
Kurumuş haliyle bile o sevinci içinde saklar; ilk çiğneyişte yeniden açığa vuruverir.
***
Simit deyip duruyorum da...
Gevrek, mis gibi fırın kokulu, susamıyla hamuru dengeli, kıvrımları dolgun, "hakiki" simitler ortadan çekiliyorlar. Simitin tadına olmadık taklalar attıranlar, yanlış yere ona "
bizim fast food'umuz" muamelesi yapanlar, işi abartıp simit için restoranlar kuranlar çoğalıyor.
Gün gelir de, geriye
aşina olduğumuz tadı kalmazsa, susamlı halkalar halkalar iyice
yavanlaşırsa, çok üzülür, çok eksiliriz.
Peki ne yapmalı?
Nerede simit gibi simit bulursak, sahip çıkmalı!
Bütün diğer yeme içme planlarını bir yana bırakıp, bir parça
Bergama tulumu veya
eski kaşar eşliğinde oturup afiyetle yemeli!
Ve bunu sık sık tekrarlamalı!