Mutlu çocukluk anıları yetişkinlere özgü bir hikâyecilik sanatıdır.
Çocukluğumuzu bir "kayıp cennet" gibi kurgulamayı seviyoruz.
Yaşadıklarımızı unutmayı seçiyoruz. Sürekli hayatın kenarında kalmanın ağır hüznünü ve güçsüzlüğü hiç hatırımıza getirmeden sürekli neşeyi vurguluyoruz.
Oysa en şımarık çocuk bile mutsuzluğunu örtme çabasının kurbanıdır; en pohpohlanan çocuk asıl istediğinin ne olduğunu bir türlü anlatamamıştır!
Hele şimdiki çocuklar!
Küçücük omuzlarına bir yığın "gelecek projesi" ve "başarı yüklenme"nin sonucunda ruhları nasıl da eğilip bükülüyor!
Bir de yeni öğrenim dönemi açılışlarında tv kanallarının mikrofon tutmadığı çocuklar var tabii.
Hep "öteki" kalan çocuklar var.
Bir an önce "büyüyüp" hayatın zorluklarıyla savaşmaya başlamak isteyen ve boylarından büyük kederleriyle arkadaş olan çocuklar! (Bu bağlamda dünkü Yeni Şafak'ta Fatma Barbarosoğlu'nun "İşte bunlar hep sosyoloji" başlıklı yazısını da okumalısınız.)
Lafı, dün bıraktığım yere, okula getireceğim yine; okul gerçeğine...
Geçen gün orta halli bir anne iki çocuğunun da okula gitmekten nefret ettiğini; bu yüzden vakitlerinin okuldan çok psikiyatristlerde, pedagoglarda geçtiğini anlatıyordu.
Çocukların okulu sevdikleri de modern bir yalandır!
Bir öğretmenini veya bazı arkadaşlarını sevmek okulu sevmekle aynı şey değil.
Fakat eğitim camiası buna bir türlü uyanamıyor.
Bakıyorum, eğitim dergilerine hâlâ "eğitim öğretim insanın yüceleşme sürecidir" diye makaleler yazanlar var.
Bugün okullardaki eğitim böyle bir şey değil ki! Taptaze ruhları yarışma çarklarında ezip ufalayan bir çarka övgüler düzmek kabul edilemez.
Eskiden çocuklar mecburiyet deyip boyun eğer, anne babalarını üzmemeye özen göstererek derslerine bakardı.
Devir değişti. Şimdi en iyi okul bile, çocuğun zihninden "dışarısı"nın çekiciliğini silemiyor.
Bu çok kritik bir nokta!
Okul artık çocukların gözünde bir tür toplama kampı, daha hafif haliyle ise bir tür mutsuzluk fabrikası!