Ayakkabılarımı çıkartıp toprağa basıyorum.
Otlar serin, toprak sıcak ve tok.
Güneş gökyüzüne serilmiş bir tülün ardında sanki. Ama yine de ısıtıyor sırtımızı, yine de en melankolik anımıza sevinç duygusu taşımayı biliyor.
Değerini bilmek gerek! Bir ay sonra bu güneşi de arayacağız!
Toprak çamura dönüştüğünde, şu karşıki tozlu yoldan kasabaya doğru güle oynaya yürüyüşlerimizi özleyeceğiz.
Orta Kahve'deki akşamüstlerini ve geceleri köpeklerin eşliğinde eve dönüşlerimizi de...
***
Ne güzel bir bayram sabahı!
Belli ki, gece poyraz çıkmış. Her yere mor, kırmızı, pembe begonvil çiçekleri dağılmış.
Yavru tekir bir kırkayağın karşısına geçmiş şaşkınlıkla bakıyor.
Uzaktan köhnemiş bir motosiklet geçiyor, aksıra tıksıra!
Kahvemizi dışarda içiyoruz; rüzgârla yarenlik ederek...
Gözlerimi kapatıp bu anı içimde hapsetmeye çalışıyorum.
Öyle ya, rüzgârın en güneşli günde bile canımızı sıkacağı, ayazın yanaklarımızı ve alnımızı yakacağı günlere çok kalmadı.
***
Eskiden sorulduğunda, hiç duraksamadan "kışları sevmiyorum, sevemedim gitti" derdim.
Şimdi seviyorum.
Çünkü kış geldi mi, bir pencereden dışarıdaki karanlık ve soğuk havaya bakarken...
Baharı, yazı, güzü; o günlerdeki halimizi özlemeyi seviyorum.
Basbayağı bir iç yanması! Fakat aynı zamanda tatlı bir karıncalanma hissi bu!
Ve beklemek elbette!
Dualarla, dileklerle de olsa, kadere teslim olup beklemek!
O yüzden baharın, yazın, güzün neredeyse her gününü içimde biriktiriyorum.
Özlemek aşksa eğer, ki öyle, böyle bir "aşk" da var!