Kahveyi çaya, çayı kahveye tercih etmem. İkisinin yeri ayrı!
Fakat son yıllarda üzerime bir hal geldi. Çaya iştahım arttı. Hiç durmadan çay içmeyi ister oldum. Hani neredeyse üniversite yıllarıma geri döndüm.
Kim bilir, belki de yıllar geçtikçe içimdeki "Doğulu", içimdeki "Batılı"ya baskın çıkmaya başlamıştır. (Evet ya! Çay kökeni, tatları, adabı ve kültürüyle fena halde doğuludur!)
Bir kere insan kahvenin iyisini istiyor, oysa itiraf edelim ki, çayın iyisi çok iyi de, kötüsü de pek fark etmiyor.
Neden mi? Bir zamanlar yazmıştım ya hani, ince belli bir çay bardağını tutmak, dünyaya "tutunmak" gibi bir şey!
***
Neden laf buraya geldi, derseniz. Dün
Ufuk Uras Twitter'da soruyordu: "
Kahve ülkesi sanılan Türkiye'nin dünya kahve tüketiminde ilk 100'e bile girememesi tuhaf değil mi?"
Doğru! 2008 rakamlarına göre kişi başına kahve tüketiminde
104. sıradayız. Son dört yılda kahve tüketimi arttı. Ama geleneksel "
Türk kahvesi"nde değil, filtre ve üzerine sıcak su konularak içilen toz kahve içiminde gerçekleşmiş bu artış. Aslında bütün bunlarda şaşılacak bir şey yok!
Kahveye adını vermiş, belli bir pişirme tekniğini bulmuş olabiliriz. Dile kolay,
ta 15. yüzyıldan beri bu latif ve leziz içeceğe tutkuyla bağlanmış da olabiliriz.
Ve bu topraklarda çayın hikâyesi çok yeni olabilir.
Fakat bir de
zevklerin, alışkanlıkların ve gündelik pratiklerin sosyolojisi var. Son tahlilde hükmü geçen ve zamana damgasını vuran tarih değil, bu sosyolojik-ekonomik dinamiktir.
***
Şöyle bir düşünelim...
Yüzyıllar önce bol telveli "
Türk kahvesi" dediğimiz teknik yerine
büyük kaplarda içilen sıcak sulu kahve tekniği geliştirseydik...
Şimdi her şey çok daha farklı olmaz mıydı?
Çay tüketiminde dünyada dördüncüyüz.
Çünkü çaylar sürekli tazeleniyor.
Çünkü avucumuzda tuttuğumuz çay bardağı hem sohbeti hem içimizi ısıtıyor.
Oysa ortama zamanında gelmemiş, yerini bulamamış, kokusu ve tadıyla cuk oturmamış kahvenin bir "
esprisi" yok!