Ana haber saatiydi. Kerbela'yı anma töreni görüntüleri geliyordu ekranlara. Acıyı, utancı ve zalime öfkeyi sembolleştirerek durmaksızın tekrar eden bu görüntülere bakarken...
Ve birdenbire o okçu düştü aklıma!
Yezid'in ordusundaki okçu...
Hani Hz. Hüseyin altı aylık evladını gösterip "ey zalimler, diyelim ki, ben günahkârım ama şu masum çocuğa niçin bir yudum su vermezsiniz?" diye sormuştu da...
Bir okçu yayını gerip bırakıvermişti.
Ok gelip minik Ali Asgar'ın boğazına saplanmış, Hz. Hüseyin'in kucağı kanla yıkanmıştı. O okçuyu buna sevk eden neydi?
Gerçekten inançlı biri olsa, aklından geçeni imanın terazisinde tartsa, dururdu.
Basit bir savaşçı olsa, çarpışmanın başlamasını bekler, kundak bebeğini düşman saymazdı.
Okçu besbelli ki...
Kapısına kul olduğu iktidarın hoşuna gitmekten başka bir şey düşünmeyen ve küçük bebeğin susuzluğunun savaş alanında tereddüt yaratacağından korkan aşağılık bir yaratıktı.
***
Ne zaman
Muharrem ayı gelse ve
Kerbela acısı Müslümanların kalbinde yeniden canlansa... İçimi bir
"gariplik" duygusu sarar!
Farklı bir hüzündür bu! Çünkü bilirim...
Acıyı anmak ile acıyı derinden anlamak arasında kesintisiz bir bağ yoktur.
Bilirim...
Olup biteni unutmayalım diye, tenimizi çizer, acıtır, kanatırız ve tam da bu yüzden bazen
"bilincimiz" kapanır, ruhumuz katılaşır!
Bana öyle geliyor ki,
Kerbela olayında da
Müslüman dünya benzer bir hal yaşıyor.
Acıyı, çileyi tekrarladıkça...
Kerbela'yı andıkça...
Tarihsel, siyasal, sosyal gerçeklik gözden uzaklaşıyor.
Ve bu durum
Şii-Sünni ayrılığının altını çizmekten başka şeye yaramıyor ne yazık ki!
***
Birçoğunuz üzerime vazife olmayan bir işe kalkıştığımı düşünebilirsiniz.
Hayır! Benimki sadece bir değini olacak!
Bir dipnot değil fakat bir
"derin" not olarak da bakabilirsiniz!
İki üç gündür siyasetçiler ve ilahiyatçılar
"Kerbela sadece gözyaşı dökmek için anılmasın, bu olaydan ortak dersler çıkarılsın" şeklinde açıklamalar yapıyorlar. Genellikle de
"artık İslam dünyası ayrılık yaşamasın" dilekleri tekrarlanıyor.
Güzel de...
Bu faciaya yol açan ve bugüne kadar süren ayrılık gayrılığı doğuran şeyin köklerine bakmayacak mıyız?
Muaviye ve Yezid kâfir miydi?
Nasıl oluyordu da, Ömer ibn-i Sadr'ın ordusundaki binlerce namazında niyazında insan Hz. Hüseyin'i katlediyordu?
Hatta İranlı düşünür
Ali Şeriati'nin kendi halkı için zamanında dile getirdiği o sarsıcı soruyu da unutmamalı:
"Ali'nin âşığı bir milletin sonuçta Yezid'e sahip olmasından daha büyük sıkıntı var mıdır?"
Bu sorulara hakkıyla cevap arayanlar en cesur biçimde
"iktidar" ve (ve bütün anlamlarıyla)
"saltanat" gerçeğini tartışmak ve tartmak zorundalar.