Saatime bakıyorum. İzmir'den çıkalı epey zaman geçmiş, vakit öğleyi bulmuş bile...
Organize sanayi bölgeleri, fidanlıklar, çiçek tarhları arasından geçip Ödemiş'e varmışım.
İşte beklediğim tabela...
"Birgi, 8 kilometre."
İlginç! Ödemiş'ten çıkışta manzara da hava da değişiyor! Sanki birden bire serinliyor ortalık.
Arabanın pencerelerini açıyorum. İçeri dolan şey ne? Dağ havası mı? Doğru, çünkü hemen arkada Bozdağ yükseliyor!
Beni hemen çarpan şey garip bir mistik atmosfer desem, o da doğru!
Bir de adaçayı ve ağaç kabuğu kokusu...
***
Birgi'deyim.
Kasabanın tam ortasındaki vadi bir dereye yol veriyor. Her yan yemyeşil, ulu ağaçlarla kaplı.
Birgi'de zaman iki kez durmuş. Önce Aydınoğlu Mehmet Bey'in burayı beyliğinin başkenti yaptığı 14. yüzyılın başında, sonra da, Osmanlı'nın aldığı 15. yüzyılda donup kalmış.
Geri kalan yıpranıp eskiyerek bilinmez bir bekleyiş sanki! Yoksa değişim denen şey kapısını çalmamış Birgi'nin.
O yüzden farklı bir güzelliği var.
Küçücük bir belde ama hemen anlıyorsunuz; "ruh"u büyük!
***
Sağ yanı çınarlar ve kestane ağaçlarıyla, sol yanı birbirinden göz alıcı evler, konaklarla bezeli caddeden yokuş yukarı çıkarken Çakırağa Konağı'nın önünde duruyorum.
Birgi'ye gelince Ulu Camii'yi ve Çakırağa Konağı'nı görmemek olmaz!
Ama kapıdan içeri girince hayal kırıklığı yaşıyorum. Çünkü her yanı nakış gibi işlenmiş ve duvarlarında harika resimler bulunan üç katlı konak ziyarete kapalı! Ancak bahçeden bakmakla yetiniyorsunuz.
246 yıl önce konağın inşası sırasında Venedik'ten getirilmiş ahşap kötü restorasyonlarda kullanılan ağır malzemelerin etkisiyle çökmenin eşiğine gelmiş!
Oysa Çakıroğlu Mehmet Bey'in hasret çekmesinler diye İzmirli eşi için yaptırdığı İzmir ve İstanbullu eşi için yaptırdığı İstanbul manzaralı duvar resimleri ne güzeldir!
***
Kasabanın tepesinde insana huzur veren küçük bir meydan var.
Ortasında Ümmü Sultan Türbesi, bir yanında Aydınoğlu Mehmet Bey Ulu Camisi var.
Sonra bir bakkal ve iki çınar altı kahvesi...
Kahvelerin arasından geçen yol İmam Birgivi'nin kabrine uzanıyor.
Mezarlık ve külliyenin bulunduğu alana giriyorum.
Birgivi hazretleri türbe yapmayın diye vasiyet etmiş. Oğlu Fadlullah Efendi ile birlikte iki kavak ağacının altında yatıyor.
Dönüşte yolun başındaki kır lokantasında konaklıyorum. Oracıkta dalıp uyuyuversem, bir rüya beni alıp 500 yıl geriye götürecek, bir daha dönmek istemeyeceğim!
Ama bir bardak kaynak suyu ve sade kahve beni kendime getiriyor.
***
Neyse.. Daha fazla uzatmadan söyleyeyim.
Yolunuz yakın yerlere düşerse, ne yapıp edip Birgi'yi görün sevgili okurlar!
Giderseniz, Birgivi hazretlerine çıkan yolun başındaki kır lokantasını çalıştıran sevimli kardeşler Cansu ve Cansel'e de benden selam söyleyin!
Ha, bir de... Birgi'den çıkarken İtimat Şekerleme'nin fabrika mağazasına uğrayıp o nefis kestane şekerlerinden alın, derim.