Size öyle bir adam tanıtacağım ki göresiniz gelecek!.. Adı Oktay Güzeloğlu. 50'li yaşlar civarında. Hani dört kol çengi derler ya, çenginin daniskası kolda molda değil Oktay'ın kafasında, yüreğinde oynuyor. Adam hem tiyatrocu, hem dondurmacı, hem meyhaneci, hem kısa metraj film yönetmeni, hem bitirim, hem melek huylu, hem çocuk babası, hem masum bir yavrucak. Üstüne üstlük "Beyoğlu'nda Garibanın Otopsisi Yapılmaz" diye, "Sokak Mobilyaları" (arka sokak insanlarının tekmil kod adı oluyor) diye iki de keskin kitap yazmış bir kalemşor....
Öldür Allah!..
Herkes olaraktan kimlere güvenmeyiz biz? İpsize, sapsıza, hapçıya, gaspçıya, hırsıza, uğursuza, fahişeye, travestiye, tinerciye sinyalciye mesela. Bunlara asla, asla güvenmeyiz di mi? İşte bu saydıklarım da, öldür Allah kimseciklere güvenmezler doğal olarak. Lakin bu saydığım kadroların tümünün, hele de 'Beyoğlu Cumhuriyeti'nde mukim olanlarının; takısını, rakısını, karısını, parasını, en en önemlisi de sırrını ve özel anısını koşulsuz bir güvenle teslim ettiği yegâne adamdır Oktay Güzeloğlu.
Mevzu derin!..
Sokağın dilini, sokak insanlarının kal- bini, fikrini, zikrini en ince ayarlı hallerde bilen böylesi yaman meziyetli bir adama derdini açmayan, yaşamının kuytu meselelerini onunla paylaşmayan, idamlık, müebbetlik mevzuları gelip de ona açmayan yoktur alemde...
Cümbür cemaat
Bir gün bir dergi çıkarmaya karar vermişti Oktay. Adını HİÇ koymuştu. "Sokaktan Politikaya" diye bir de slogan düzmüştü her ön kapakta yalpalanan. Derginin idarehanesi meyhaneler ekürisi Nevizade Sokağı'nda, yine Oktay'ın bizatihi kendisine ait Mini Meyhane nam mekânıydı. Adı üstünde mini meyhaneydi orası. 3 masa, 9 tabure filan vardı hepi topu. Ama onca fiyakalı dükkân arasında; yazarı, çizeri, değerlisi, önemlisi, bankacısı gastecisi gelir duvar kenarına, musluk borusuna, taş ucuna ilişir cümbür cemaat muhabbetlere dalardı orada.
Nereden emekli?..
HİÇ'in yazarları arasında kimler yoktu ki; emekli fahişeler, 'dönek' tinerciler, kestaneciler, taksiciler, vırvırhaneciler ve gencecik üniversiteli kalemler... Edebiyat parçalamazlardı belki ama essahtan hayatların, saftirik duyguların çift kale maç yaptığı bir gerçekler çorbasıydı dergi. Felsefe Profesörü Kerami beyle Zürafa Sokak tekavütü Çiçek Ayla yan yana sütunlarda yazardı da, gıkı bile çıkmazdı bu duruma anlı şanlı profun...
Piyastos olurken!..
Oktay'ın Sokak Mobilyaları adını verdiği ve yaşamlarını sıfır hatayla bildiği kalabalık bir koro vardı oralarda. Mesela Çingene Kemancı Matiz Ahmet'i sor, safra kesesindeki taşın çapından, karısıyla yaptığı son kavgada kadının kafasını kaç dikişlik yardığına kadar anlatsın Oktay sana.
"Yankesici Camgöz Hüsnü'yü anlat" de, ilk icraatında nasıl piyastos olduğundan, sübyan koğuşunda kalkışılan fiili livatadan bıçak marifetiyle nasıl kurtulduğuna kadar her bir şeyini tık tık söylesin sana Oktay. Sadece sırlarını, "mahrem" olaylarını sorma, çünkü hem laf alamazsın hem kafasının tasını attırırsın Oktay'ın.
Balomuz var!..
Elif diye bir röportaj cambazı kız vardı. Bir defasında Oktay'ı eşref vakitlerinde yakalamış anlattırmıştı. Oktay demişti ki; "Sokaktakinin pek bir derdi yok. Sokaktakinin tek sorunu var: İçki. Yatağı bir tane kartondur. Parayı bulursa gider otuz sekizinci sınıf bir otelde kalır. Istakoz gibidir orada bitler. Önceden 'Allah rızası için ne verirsen ver' denilirdi. Ekonomi bastırınca, 'Bi beş milyon lira versene' demeye başladılar. Adı konuluyor artık... Sadece sokaktaki adam değil, kendilerini bu toplumda üst tabaka olarak değerlendirenler de dilencilik yapıyor aslında. Yok gecemiz var, balomuz var... Bu ne? Dilencilik değil mi?.
Her şey orada!..
Sokaklarda yaşayan insanlar benim dostum. Beyoğlu'nda ömrüm onların içerisinde geçti benim. Bir süre tiyatro ve sinema yaptım. Sonra bir baktım ki, kendi çevrem benim onurumu istiyor, omurgamı istiyor. Öyle bir alan ki, dedikodu orada, ahlâksızlık orada, dejenerasyon orada, bir baktım benden götürüyor, ben onları reddettim. Sokaktaki adamsa benden sadece şarap parası istiyor. Kimliğime, kişiliğime saldırmıyor.
Elinde tabağıyla
Beyoğlu'nda yüzlerce fareyle birlikte bir çatı katında yaşıyordum. Sokaktaki arkadaşlarım da gelip kalıyordu. Bir gün bir arkadaşım eski bir televizyon hediye etti. Akşamları bütün sokak hep beraber televizyon seyrediyorduk. O ara hikâyelerini yazdığım dostlarım vardı. Turşucu bir Güngör Abi vardı, klasik müzik hayranıydı adam. Gündüz tur- şu satar, akşam da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini dinlemek için elinde bir tabak turşuyla koşa koşa bana gelirdi. Hayatını yazdığım insanlara bir örnek.
Morg, mezarlık ve sokak
Sonra Liz Taylor Alev, Dilenci Melek... Sokaktaki insan benim arkadaşım, bir gün göremeyince morga gidiyorum. Gariban mezarlıklarındaki görevlilerle ahbap olduk artık. Bütün zamanım morg, mezarlık ve sokak arasında geçmeye başlamıştı. O kadar çok kişi öldü ki, artık duyarsızlaşmaya başladım. İstanbul'dan on bir ay filan uzaklaştım. Baktım ben de öleceğim döndüm tekrar."
Avaremu!..
Önceki gece bütün Cihangir'in ışıkları söndü. Sıkıldım, firuzağa kahvelerine attım kapağı. Amanın ne de hoş sürpriz Oktay orada... Oturduk saatlerce konuştuk. Canı yangınlardaydı dostumun. Onun 20 yıllık arkadaşı, Beyoğlu'nun da 50 yıllık sokak mobilyası Boyacı Avare ölmüştü çünkü. 5 hastane onu kapısından kovmuş, en son ulaştığı Kartal Devlet Hastanesi'nde acıyıp yatırmışlar ama çabalara rağmen yaşatamamışlardı Avareyi.
Koca bir adam
2 gün geçip de onu göremeyince izini sürmüş, ölüsünü orada, Kartal'da bulmuş, alıp kendi elleriyle mezara koymuştu.
"Ölümü şüpheli görüldü mü, otopsisi yapıldı mı?" diye sormadım, soramadım bile. Kocaman bir adam karşımda yaş sümük ağlarken böyle bir soruyu soracak kadar densiz miyim yav?..