BİR yıllar ki beter ötesi. Günde sırf İstanbul'da iki el parmaklarına yakın genç can bitmekte. Parmak hesabına gelmez bir "ince hesabın" ketenperesinde sağcı-solcu genel kod adlı fidanlar, kahpe kanlı kuklacı baronların "sevdası" uğruna vurulup vurulup düşmekte.
Hangi ölüme yetişsen, "iki makara acıyı da" çekiyorsun fotoğraflarla birlikte. Ve daha da acısı; delikanlı ölümlerinin 3 satırlık haberi, kuytu bir gazete sayfanın siyah-beyaz çehresine teyelleniyor en fazla.
Sayfada yer bulmak
O vakitlerde; aymaz aklımızın takıldığı tek şey, kötü şeylerin fotoğraflarını en iyi çekebilmek kaygısı. Telaş panik yetiştiğin olay yerlerinden aynı hızla gazetene döneceksin ki; resmin sayfada yer bulsun (belki.)
Raconcu abi!..
Milliyet'in karanlık odası bir girilmez öcü mekanıydı o dönem.
Kapıya kadar gelir, çektiklerini bırakır, bi daha da zor görürdün akibetini o karelerin. Servis şefi merhum Özdemir Abiydi (Gürsoy) ve bütün zamanların işine en titiz, disiplini en keskin adamıydı.
"Sen gittin çektin getirdin mi kardeşim. Bundan sonrası bitti senin işin. Ver filmini laboratuvara, git öbür işlerine bak sen" der, sarsılmaz raconu böyle keserdi.
Renkler nasıl?
İyi de, heves var, heyacan var, "nasıl çıktı acaba" sorgu suali var içimizde. Nasıl merak yapmayız ki neticeye?..
Allah'tan o oradaydı ve yüreğimizdeki muammalara, çaktırmadan açtığı dahili telefonlarla su serperdi; "Tamamdır hoca. Ayna gibi çıkmış film. Yazı işleri geldi 3 kare birden kaptı birinci sayfaya."
Bazen de yıkım kararı verilmiş gecekondu sahibine döndürürdü bizi verdiği tüyo. "Yoğurtlamışın be moruk. Renkler arap t.şağı gibi!.."
O minik defter
O... Yani "içerdeki en dost, en bize yakın çocuk." Karanlık oda seanslarında giydiği mavi önlüğünün üst cebinde hep kusmuklu bir tükenmez kalem, bir de minik bloknot taşıyan genç adam.
Zaman zaman o kalemi o küçümen defter sayfalarında dans ettirirdi.
Biz de huy kapıp yarı şaka; "N'apıyon len? Rapor mu tutuyon bi şeyler hakkında. Yoksam ajan mı nesin haa" diye soruştururduk nettiğini.
Hakkı Yalçın olmuş
Meğerse ne notu yav, şiir yazarmış oracığa bu çocuk.
Aklına içine ne doğarsa unuturum endişesiyle çat-çut yazar minik notlar alırmış, sonra da gider dörtlük dörtlük büyütürmüş onları.
Sonra... Epey bir yıllar sonra gördüm ki, karanlık odalardan sızan ışığının hakkını vermiş ona zaman tanrısı. Onun o derme çatma sandığımız her bir kelamı, sonradan ciğerimize işleyen şarkı sözlerine dönüşmüş. Adam alemin tek geçtiği söz yazarı Hakkı Yalçın olmuş çünkü.
Yarın sabah olunca
Artık kartvizitinde gazeteci-yazar diye geçiyor şimdi Hakkı. Ama o en çok sözcüklere hükmederken kendi oluyor. Çünkü orada geçmişi de, çünkü orada ezginliği, bozgunluğu, yorgunluğu ve umudu da daha bir parıldayarak çıkıyor ortalıklara...
Şimdi bir başka tatlı telaşın içinde Hakkı Kardeş. O zamanların yaman yandaşı, karanlık odalar prensi bu kez memleketin en kıyak şarkılarına, yani kendi şarkılarına en kıyak sesleri çıtçıtlayıp, Hakkı "O Şarkılar" adıyla kaset edip sunuyor yarın sabah.
Kimler yok ki?..
Hepsi birbirinden güzel ama,
Kibariye Son Kurşun'u, Işın Karaca Ben Ölürüm'ü, Niran Ünsal cadısı Kapına Gül Bıraktım'ı öyle bir okumuşlar ki; tüylerinizde dikenler açacak dinleyince.
Üstüne bir de Sinan-Gökhan Özen kardeşler. Sonra bi de Hakan Altun, Metin Özülkü, Seda Sayan, İzel, Petek, Ali Güven, Hakan Peker ve Emrah gelecek, uy uuuy, piyasa a-acayip şenlenecek.
Helal be Hakkı. Yakıştı aslanıma. Haydi yolların açık ola!..