Sevgili Evrim;
Apar topar gidişin büyük bir boşluk yarattı ruhumda. Bunu bilesin... İstanbul birkaç gündür sadece yağmura sele değil onun kadar şiddetli bir çağdaş sanat fırtınasına maruz kaldı.
Hangi açılışa gideyim?
Ne giyeyim?
Kimin işini beğeneyim derken epey yıprandım. Alnımdaki kırışıklıklara bir tane daha eklendi bunu da bilesin...
Koç Holding'in düzenlediği preview'de sahnedeki pandomimciler vardı ya, meğer onlar WHW'den habersiz Mustafa Koç'un özel isteğiyle gelmişler.
Koç ailesi Brecht'in 'İnsan Neyle Yaşar?' sloganıyla başlayan 11. İstanbul Bienali süresince epey muhalefete hedef oldu, daha da olacağa benziyor. X-Large'daki bienal partisinde bir grup gencin Bandista'nın şarkısı çaldığı esnada havada uçuşturduğu bildirilerden birinde rahmetli Vehbi Koç'un 12 Eylül darbesinden hemen sonra Kenan Evren'e yazdığı on altı maddelik mektuptan bölümler vardı. İnsan, donsuz da yaşar, diye çığıranlar oldu yine aynı partide... Marianne Faithfull benzeri sesiyle, birinin belli ki feminist; kadın pedsiz de yaşar diye bağırdığını da duydum.
Serkan Seymen'in DJ'lik yaptığı partide Seymen, bienal davetlilerine Kenan Evren'in 12 Eylül günü darbenin ilk dakikalarındaki halka seslenişini dinletti. O kadar cin tonik bile bu sesin karşısında cinlerimin tepeme çıkmasını engellemedi.
Cinler demişken sevgili ortak dostumuz Ömer Uluç, 11 Eylül günü Beylerbeyi Sarayı bahçesinin içinde, bir tünelde sıra dışı bir sergi gerçekleştirdi. Bu içsel yolculukta Zeynep Fadıllıoğlu, Sema Çağa, Asaf Savaş Akat bir sürü Uluç dostunu yürürken görmek de güzeldi...
Matraş ailesi, Uluç'un projesine katkıda bulunmuş ve her şeyi düşünmüş. Antreponun hemen yakınındaki Kabataş iskelesinden Beylerbeyi'ne bizi Deniz taksiler getirdi ve götürdü.
Dönüş yolculuğunda Boğaz'ın yağmur altında kalan koyu lacivert sularında Uluç'un yaratıkları hala peşimi bırakmamış olacak yanımda oturan sanat eleştirmeni sergi için Amerika'dan gelen Robert Morgan'ın sorusunu duymamışım. Morgan, son makalesinde avantgardı aramaktan vazgeçmenin zamanının geldiğini, avantgardın artık tatbik edilecek bir tarafının neoliberalizm yüzünden kalmadığını, devrin uzmanlaşmanın devri olduğunu yazmış.
Bir süredir Çin ve Kore'de yaşayan Morgan, çağdaş sanatın büyük bir yenilgiye uğradığını söylüyordu... Bienalin diğer partisinde çağdaş sanatın değil ama Liman Lokantası'nın havasız ortamına benim yenildiğimi söyleyebilirim şimdilik...
Tuvalet kuyruğunun uzunluğu Bülent Şangar ve Aydan Mürtezaoğlu'nun yerleştirmesindeki iş ve işçi bulma kurumu kuyruğundan bile daha uzundu. Çareyi binayı terk ederek Acemoğlu Baklavaları'ndaki tuvalete gitmekte buldum. İki kaymaklı baklava dolusu ağzımla geri dönüş yolunda Fulya Erdemci'ye rastladım.
İki yıldır Hollanda'da bir müzenin direktörlüğünü yapan Erdemci'nin sigara sesini, rocker kahkahasını özlemişim. Bir sonraki İstanbul bienalinin küratörü olsa keşke diye düşünmeden edemedim.
Neyse şimdilik böyle... Gözlerinden öperim.
Sarkis'in 3800 kişinin geldiği ve şarabın asla tükenmediği kalabalık sergi açılışında ve sonrasındaki yemek davetinde yaşananları daha sonra yazacağım...
Senin Adalet'in Cingöz'ün...