Yılmaz Erdoğan bir açıklama yaptı ve başına taş düştü. Bilmiyorum, Türkiye'deki egemen kültürel söyleme eleştiriler yönelttiği bu açıklamasında 'ezan' sözcüğünü kullanmasaydı gene bu kadar şiddete maruz kalır mıydı? Hiç sanmıyorum. Bütün mesele bizim din, ezan, namaz gibi bazı konularda, bazı kesimlerde devam eden ve belki de hiç bitmeyecek hassasiyettir. Bu, Cumhuriyet'in bize armağanlarından biridir. Fakat ondan daha beteri 28 Şubat'ın çok sistemli bir biçimde bu tohumları ekmesidir. Toplumu şeriatçı-laik eksenlerinde dikkatle ikiye ayırması, birbiriyle çatıştırmasıdır. İkincisi, Türkiye'nin belli bir dönemi ve belli bir bölgesi hakkında filmler yapmış, başarılar kazanmış, farklı konularda ve alanlarda tepkili davranmış (çok yakından izlemesem de Başbakanın karşı çıktığı, hatta dava konusu yaptığı hayvan karikatürleri söz konusu olduğunda apaçık karikatüristlerin yanında yer almıştı; etnik ve kültürel kimliğiyle zaten egemen yapıyla zıtlaşıyordu) biri sıfatıyla Erdoğan'ın ortaya koyduğu görüşleri ne derecede yoğurduğunu, ne derecede derinleştirdiğini bilmiyorum. Çok önemli de değil. Ben ortaya attığı görüşlerin onu eleştirenlerin anlamadığı, fark etmediği ölçüde 'yeni olmadığı' konusundayım. Sorun da bu yeni olmayan görüşlerin yarattığı heyecan. İşte onu ele alacağım
***
Yılmaz Erdoğan, hakim kültürel anlayışın yabancılığından söz ediyor. Cumhuriyet döneminin yarattığı kültürel kopukluğu, alfabe ve dil değişikliğini anlatıyor. Geçmişimizle bağlarımızı kopardığımızı vurguluyor. İran sinemasının kimlik yaratmasına neden olarak yaşadığı kültürel sürekliliği gösteriyor. Ezan da söz edip geçtiği bir örnek. Diyor ki, yabancılar gelir, mutlaka bir İstanbul sabahında ezanı çeker. Biz de Aziz Allah deriz, beş vakit dinleriz. Neden sinemamızda arka planda bu ses duyulmaz. Nesi bunların yeni, nesi bunların hatta özgün, nesi bunların iktidarla alakalı şeyler? Niye bunları söylemek iktidarla ilişki kurmanın aracı olsun? Tekrar ediyorum, bu muhakemeyi sürdürmek, gerçek manada bir şizofrenidir. Bakın neden...
***
Türkiye'de laikçi kesimin, Atatürkçü kesimin yere göğe koyamadığı isimlerden biri Attila İlhan mıdır? Evet öyledir. 1996 yılının eylülünden Ekim 2005'de ölene kadar Cumhuriyet gazetesinde yazdı. 'Bana bir şimşek çak şiirinde 'bana bir şimşek çak /yolumu aydınlatacak /gazi'nin gözlerinden /mavi bir şimşek /kuva-yı milliye mavisi /aynı emaneti taşımaktayım /'hürriyet ve istiklal benim karakterimdir'/ çünkü hain sinsi ve korkak/ aynı düşmana karşı /savaşmaktayım' demeye kadar götürdü işi. Yani Gazi'nin gözlerinden bir şimşek bekledi, hayatı boyunca; 1950'lerden beri. Aynı şiirin alıntıladığım bölümünün başında da şöyle mısralar vardı: 'bana bir şimşek çak/ sala veriliyor görünmez minarelerden/ İzmir de istibdat'ı yaşamaktayım/ bir yangın soluğu sokak içlerinden/ kordonboyunda muzaffer atlılar/ fahrettin paşanın süvarisi...' Ne bu alıntıyı teadüfen yaptım ne de buradaki 'sala' sözcüğü bir tesadüftür. Attila İlhan bakımından ezan, kuran tilaveti ve sala son derecede önemli kültürel kodlardı, kültürel belirleyicilerdi. Yazılarının çoğunda, 'mırıl mırıl Kuran okuyan Müslüman' tiplerden söz eder.
***
Yetmez. Bir romanının adı (bütün yazılış serüvenini biliyorum, başlangıçtaki adı da farklıydı, düşündü, zaten çok derin düşünürdü, dehaya yakın bir zekası ve muhayyilesinin olduğu kuşkusuzdu, karar kıldı, değiştirdi) Dersaadet'te Sabah Ezanları değil midir? Bizim münevverlerimiz, 'kafası karışık olmayanlar' (!) kitap falan okumadığı için niye bu adın verildiğini de bilmezler, açıklayayım. Romanın kahramanı Neveser sabahleyin ilk defa gazeteci Münif Sabri'nin (asıl kimliğini söylemeyeyim) yanında uyanır. Pera Palas'ta bir kaçamak yapmışlardır. İstanbul yabancı orduların o korkunç işgali altındadır. Şafak sökmektedir. 'Minarelerin birinden ötekine atlayarak' ezan başlar. Neveser, bu şehirde yani Dersaadet'te 'Türk ve Müslümanlığı' hatırlatan tek şeyin ezanlar olduğunu düşünür. (Uzakta bir yerde yazıyorum bu yazıyı, kitap yanımda değil, o müthiş anlatıyı aynen alıntılayamadığım için özür dilerim.) Yetmez. Devam edelim. Attila İlhan 1970'lere doğru şiirini değiştirdi. Daha önceki alafranga havalı ve sesli, Türk şiirini boydan boya, bugün bile etkileyen tarzını bıraktı. Köklerini klasik Osmanlı şiirine, Osmanlı müziğine ve hatta 'duyuşuna' daldırmış bir şiire yöneldi. İncesaz adı altında topladığı bir grup şiirine Osmanlı müziğinin makam adlarını verdi. Soranlara 'klasik müziğin sesi, ezan ve mevlit aracılığıyla insanların kulağındadır' dedi. Yetmez. Onlardan öncesi var, bu Türklük ve Müslümanlık bahsini yazıldığı günden bu yana kuşakları etkilemiş Hangi Batı isimli kitabında dile getirdi. Orada 'Ne yazarsanız yazın yeter ki Türk olsun,' dedi. Kitap çıktığında genç Nedim Gürsel onun bu sözünü eleştiren bir yazı yazdı. Derhal cevap verdi, cevabını kitabın yeni baskısına aldı. Yetmez. Müslüman sosyalizmi fikrini savundu. Bu yerliliği savunmaktı ona göre. Bir manada alter egosu (öteki ben'i) olan 'Gazi'nin yanına yeni bir alter ego olarak Sultan Galiyev'i yerleştirdi. Tamamen hayali o 'tip' üstünden yürüyerek yerli bir sosyalizm yapmaya çalıştı. Zaten bütün arayışının maksadı ulusal bireşim (sentez) adını verdiği bir yapı kurmaktı. Mustafa Kemal Paşa'yı da bu maksatla önemsiyordu. Yetmez. Romanlarını, şiirlerini ve yazılarını artık ağdalı bir Osmanlıcayla yazıyordu. Dil devrimine şiddetle karşıydı. Manasını, maksadı izah ediyordu ama tepeden tırnağa reddetmişti.
***
Eeee... bütün bunlardan sonra nasıl oluyor da Attila İlhan, Kemalistlerin, Atatürkçülerin, Cumhuriyetçilerin göz bebeği oluyor? (Hemen belirteyim: Herhalde babam kadar yakınım olmasına rağmen, benimle dostluğunu da bu konularda yani şu ezan, Atatürk, Galiyev, ulusal bireşim konularında artık onun gibi düşünmediğim için koparmıştır...) Nedenini söyledim, bir daha söyleyeyim: Biz düşünmeden, tartmadan, sadece gündelik tepkilerle meselelere bakıyoruz da o yüzden. Attila İlhan bir simge. Yoksa kimsenin onun ne söylediğini dinlediği yok. Yılmaz Erdoğan da bir simge, kimsenin onun ne söylediği üstünde düşündüğü de yok. Düşünse bu insanlar, Yılmaz Erdoğan'ın söylediklerinin hiç de öyle hükümetle falan ilgili olmadığını, yanı sıra, belirttiğim gibi, öyle aman aman yeni bir şey dile getirmediğini anlarlar. Şu sıralar yere göğe koyamadığımız Tanpınar aynı şeyleri söylemedi mi? Biraz izan ve lütfen artık bir parça olsun biz bize benzemeyelim.