Anadolu şehirlerinden birinde, eski bir tütün fabrikası AVM (alışveriş merkezi) olacakmış. Olabilir. Oluyor. Hani her lafa 'Batı'da' diye başlamak asap bozucudur ama ne yapayım, öyle, Batı'da bu tür yerler kültür merkezine ve müzeye dönüştürülürken (kabul ediyorum bu da yeni bir salgındır ve ne anlama geldiği hakkındaki görüşlerimi gene bu köşede yazmıştım) bizde AVM oluyor. Sadece AVM demek bile bu işin ne kadar resmileştiğini gösteriyor. (Resmileşmek derken militerleşmek demek istiyorum. Militarizmi hayatımızdan başka bir düzeyde çıkarmaya çalışıyoruz, ama dilimizin o batağa ne kadar saplandığını ne hatırlıyoruz ne de düşünüyoruz.)
Bu tutku Turgut Özal'la birlikte başladı. Onun kulaktan dolma 'neoliberalizm', 'piyasa ekonomisi' tutkusu, 'dışarıda' olan her şeyin içeride de olmasını isteyen merak ve çocuksu eğilimleri Türkiye'yi, daha doğrusu İstanbul'u bir anda alışveriş merkezlerine boğmuştu. İlk açılan yer olan Galleria'ya insanlar biraz da Mısır piramitlerine benzer bir huşuyla girerdi. Anadolu'dan kalkıp orayı görmek için gelenleri bilirim. 1980'ler orada yaşandı. Alt kattaki 'fast food' dükkanlarında yemek yemek bir 'prestij' meselesiydi. Sonra Etiler'de Akmerkez açıldı ve hikayenin ardı sökün etti. Bugün AVM'lerin 'klası' insanların statüsünü belirliyor. Şimdilik hiç işlemeyen ve New York'taki Radio City'nin mimarisinden bozma City's'de durmuş görünüyoruz.
Eve yakın olduğu, her şeyi bir arada bulduğum için ben de 'Akmerkez grubu'ndanım. Belli bir süre de Akatlar'daki Mayadrom'a gittim. Ama bu tür yerleri oldum bittim sevmem. Kaçtıkça kaçarım. Sokaklara serpilmiş butiklerden hazzederim ben. City's'in büyük handikapı oydu. Zaten bir butiklerden mürekkep bir 'mahalle'yi içine almaya çalıştı; olmadı. Sanıyorum yeteri kadar iş yapamıyor. Bu yüzdendir.
TÜKETİMİN AMACI APOLİTİK TOPLUM
Bu tür oluşumları arz-talep ilişkisi tayin eder. İhtiyaca cevap verdiği sürece, kim ne derse desin, AVM'ler açılacaktır. Son tahlilde Anadolu'da bir şehrin statüsünü belirliyor, insanlara yeni bir tüketim kültürü veriyor.
Öyle,bu işi hazırlayan büyülü sözcük o: Tüketim. Özal'ın tutkusu da oydu. Bir tüketim toplumu yaratmak istiyordu. Biz yeterince üstünde durmuyor ve düşünmüyor, her şeyi, ilkokul çocuklarına açıklanan liberalizm teorileriyle izah ediyoruz ama bu kadar pompalanmış, şişirilmiş bir tüketicilik arayışının nasıl bir 'apolitik' toplum yaratma kaygısı içerdiğini dile getiren sayısız çalışma var dünyada. AVM'ler de bu arayışın bir uzantısıydı. Özal, apolitik bir toplum arıyordu. O nedenle bu AVM'ler de onu hazırlayan olanaklardan biri olarak değerlendirildi: Ne kadar çok AVM, o kadar çok dünyadan kopmuş, tüketimle başı dönmüş bir toplum. Bu, bütünüyle böyle. 1980'lerde, neo-liberalizmle başlayan bu anlayış, 1990'larda gelişti ve nihayet 2000'lerde lüksün keşfinden öte, hayatı alt üst eden hamlesini izledi. Toplumlar, markayı statü sembolü olarak kabul etti. Elinde bilmem ne marka bir çanta olacak diye, insanlar, 'çakma' mallara bile etek dolusu para dökmeye başladı.
HER MEKAN KENDİ SOSYOLOJİSİNİ ÜRETİR
Bu işin bir yüzü. Öteki yüzünde AVM'lerin, Türkiye'de neredeyse kimseyi ilgilendirmeyen bir sosyolojisi var. Her mekan kendi sosyolojisini üretir ve her sosyolojinin bir mekanı vardır. Değişmez bir gerçek olduğu için bu, sözünü ettiğim yerlerde de aynı gerçeğin izdüşümünü saptamak mümkün. Hem de kaç düzeyde, kaç boyutta...
Bu mekanlar her şeyden önce, Susana Draper'ın saptayıp söylediği gibi, 'neo-liberalizmin hayal ettiği 'mutlak iç mekan' tasavvurunun bir uzantısı'. Bir 'hayal mekan' buralar. İnsanlar oraya statü arayışı için gidiyorlar, o besbelli ve zaten şu yaptığım saptamadan sonra fazla önem taşımayan bir gerçek. Draper, işin başka bir boyutunu irdeliyor ve o arayışının çıkış noktasını 'iç mekan' olgusu meydana getiriyor. O da aşılıp 'mutlak bir iç mekan' noktasına geliniyor. Nedir bu?
Anlatmak için eski bir saptamayı anımsatayım: Fransız 'düşünce sistemleri tarihçisi' Michel Foucault, Jeremy Bentham'ın 'panopticon' önerisini tahlil etmişti, meşhur kitabında. Panopticon bir hapishane. 'İçeridekilerin', mutlak bir biçimde, yani firesiz bir ölçüde görüldüğü, 'kılcal' hareketlerinin bile izlendiği, gözetildiği bir alan. İşin gizi, gözetleyenin görülememesi. Görülenin saklı kalması. Bu anlayış hayatın her noktasına sıçradı. Bugün herkes çeşitli yollarla gözetiliyor, izleniyor.
Draper'a göre, devlet ve iktidar, siyasal erk bu durumu yaratmak için çalışıyor. İktidarın varoluş nedenlerinden biri haline gelmiş durumda gözetmek. Gözetim toplumu yaratmak. Gözetimle o toplumu, gene Foucault'nun tabiriyle 'disipline' etmek. Ama aynı şey neo-kapitalizm için de geçerli. O da toplumu, halkı, insanları yakalamak, bir arada tutmak, her an onlara bir mal satmak, onları her an bir şey tüketecekleri şekilde tahrik etmek istiyor.
AVM'ler bu iki kanadın taleplerinin ve beklentilerinin kesiştiği bir 'yer', bir mekan, bir alan. İnsanlar orada kaldıkları süre boyunca son derecede kontrollü ve disiplinli bir hayatın içinde soluk alıp veriyor. Nereden girilip çıkılacağı, ne yapılacağı belli. Öte yanda izleniyorlar, her yerde kameralar, görüntüleme aygıtları. Bu, tüketim için de geçerli. Kalabildikleri kadar kaldıkları bu mekanlarda vitrinler kopamadıkları bir yüzey meydana getiriyor. Herkese göre bir şey/ler var bu mekanlarda ve insanların ilgileri, haz duyguları, arzuları sürekli olarak tahrik ediliyor. Neredeyse ömrünü orada tüketenler var. Sabahtan girip, hiç çıkmadan akşama kadar oralarda kalan dostlarım oldu. Kısacası, kim farkındadır bilmem ama, tam bir hapis, tam bir gözetim merkezi, AVM'ler. Garip bir şey de şu; insan bir tutuk ve gözetim evine kendi rızasıyla girmez. Ama buralara gidiyor. Çünkü iradesini yitiriyor bir noktadan sonra. Kapitalizmin, tüketim kültürünün sırrı ve başarısı da bu, işte. Bilerek ölmek gibi bir şey mi, AVM'lerde yaşamak?