Ne tuhaf... Bilimkurgu denen ve aslında gerçekle pek örtüşmeyen türde gösterilip anlatılanlar bile, kimi zaman en somut gerçeklere nasıl uyuyor! Son dönem filmlerinden Çernobil'in Sırları veya Baskın, bize kentlerin kıyısında inşa edilen dev binaların, nasıl bir süre sonra terk edilip yasa dışılık, suç ve hatta dehşet yuvalarına dönüştüğünü gösteriyordu. Bu haftaki Gerçeğe Çağrı filmindeyse, 21. yüzyıl sonunda ayakta kalabilen tek devletin başkentinde, yine yan yana yükselen gökdelenlerin içinde boğulup kalmış sefil ve ürkünç bir metropol manzarası var. Tüm bunlar yalnızca hayal mi? Anlamsız birer kabus mu? Yoksa görüp düşünen beyinler, bu sanat eserleri aracılığıyla, hepimizin paylaşması gereken ortak korkuları mı yansıtıyor? İstanbul'un her yerinde mantar gibi yükselen ve kente New York'la Dubai arası garip ve yabancı bir görünüm veren binaları gördükçe, hele bu büyümeyi dengelemek yerine 'ikisi de birer milyonluk yeni İstanbul'lar yaratma' projelerini okudukça, üzülüyor ve kahroluyorum. Bu kenti yönetenler, öncelikle İstanbul dediğimiz dünya mirası kenti, doğayla tarihin birleşip yarattığı bu mucizeyi korumak, tüm güzellik ve zenginlikleriyle yarınlara aktarmak zorunda değil mi? Adlarımızı vereceğimiz yeni kentler ve gereksiz dev yapılaşmalar yerine varolan güzellikleri koruyup zenginleştirmek, kentin tıpkı Paris, Londra, Viyana, Roma, Madrid, Lizbon, İsfahan veya Marakeş gibi yüzyıllar boyu oluşmuş öz kimliğine öncelikle hizmet etmek daha doğru değil mi? Bu düşünceler, bu kaygılar bitmez. Çünkü bu kente aşık ve ayrıca kültüre ve tarihe önem veren benim gibi on binlerce, yüz binlerce insanın bağrında ateşten bir yürek gibi yanıyor, bu modern İstanbul manzaraları ve postmodern İstanbul projeleri... Onun için, bu konulara yine döneceğiz.