Yalan yok...
Özendim işte... Hazır gelmişken Paris'e, ben de oturayım şu Ertuğrul Özkök'ün oturduğu nehrin kenarına deyip, kuruldum Seine'de bir masaya.
Düşünüyorum. Dalmaya çalışıyorum derinliklere. Ben de Özkök gibi memlekete dair münazaralar yapmaya çalışıyorum iç dünyamda.
Ama her nedense yapamıyorum.
Çünkü yarın bir grup arkadaşımla birlikte gitmeyi planladığımız Pere-Lachaise Mezarlığı geliyor aklıma.
Yani Ahmet Kaya.
Geriliyorum ister istemez.
İşte ondan sonra kopuyorum.
Ben de işte tıpkı Özkök gibi aklımdan geçenleri yazıp yazıp bu nehre atmak istiyorum.
Çünkü asıl derdim yazmak değil, mümkünse onunla oturup karşılıklı konuşmak.
Mesela burada. Onun çok severek anlattığı bu nehrin kenarında.
Ne muhteşem olurdu değil mi?
Cevabını almayacağımı bile bile sorardım ona bütün içtenliğimle.
Derdim ki:
"Bu nehrin kenarında otururken, Türkiye'de olup bitenleri bir uzman sosyolog gözüyle değerlendirirken, atıp tutarken, hiç aklına geldi mi attığın asparagas manşetlerle hayatını kararttığın o büyük sanatçı? Hata yaptığını kabul ediyorsun. Peki böylesi korkunç bir hatayı başka bir meslektaşın yapsaydı, mesela Mehmet Barlas ya da Umur Talu. Söylesene sen onlardan bu hatayı nasıl telafi etmelerini beklerdin? Şu anda Seine Nehri'nin kenarında karşında ben değil de, Ahmet Kaya olsaydı ona ne söylemek isterdin? Yılda onlarca kez geldiğin bu şehirde bir kerecik olsun onu mezarında ziyaret etmeyi hiç düşündün mü? Ona bir demet çiçek götürüp, belki yanında da bir şişe rakı, 'Ahmet affet beni...' demeyi hiç getirdin mi aklına? Söyler misin bana? Geçmişte yaptığın kötülükleri olmamış sayarak, bu şehre, onun hayatına gözlerini kapadığı bu kente gelmek ve ona çok yakın bir yerlerde dolaşmak senin vicdanını huzursuz etmiyor mu? Daralmıyor musun kendi kendine? 'Ben ne yaptım? Allah beni kahretsin!' demiyor musun?