Türkiye, şimdi adı Avrupa Birliği (AB) olan Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) 1959'da Yunanistan'la birlikte başvurdu. Ardından 13 Eylül 1963'te imzalanan Ankara Anlaşması ile üyelik süreci başladı.
Bu süreç, "hazırlık, geçiş ve son dönem" olarak üç aşamalı öngörüldü. Türkiye ekonomisini güçlendirmek için Ankara Anlaşması'nın eki olan dört mali protokol yapıldı.
Daha sonra Türkiye, 1970'te geçiş döneminin koşullarını belirlemek için Katma Protokol imzaladı, bu protokol de 1973'te yürürlüğe girdi. Bu protokole göre, geçiş döneminin en fazla 12 yıl sürmesi kararlaştırıldı. Ama 1978'de Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminde AET ile ilişkiler beş yıllığına donduruldu.
İşte tam bu sırada Yunanistan, tam üyelik için başvurdu. Türkiye'ye, "siz de başvurun" ısrarlarına rağmen, Ankara tam üyeliğe sırt çevirdi. Üstüne bir de 12 Eylül 1980'de askeri darbe olunca Türkiye doğal olarak üyelik koşullarını tümden kaybetti. Türkiye darbe altında inlerken, 1981'de Yunanistan tam üyeliğe kabul edildi. Tabii Yunanistan tam üye olunca da Türkiye'ye verilecek pek çok mali yardımı veto etti. Kendisi ise AB'den 2005'e kadar tam 85 milyar euro hibe aldı.
Gelelim Türkiye'nin AB'ye yaptığı tam üyelik başvurusuna... 1987'ye gelindiğinde dönemin Başbakanı Turgut Özal, AET'ye tam üyelik başvurusunda bulundu ama Avrupa, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını fırsat bilip Türkiye'ye iki yıl sonra 1989'da, "sizi önce Gümrük Birliği'ne (GB) alalım" cevabını verdi. Bu cevabı niye verdi? Çünkü o sırada dağılan Sovyetler Birliği ülkeleri olarak anılan devletleri tam üye yapmak için temasa geçti. Türkiye ise 1995'te AB ile GB anlaşmasını imzaladı.
İşte bu anlaşma yapılırken büyük Türk bürokratları her zaman olduğu gibi devreye girdi. Ankara Anlaşması'nın 28. maddesine göre belirlenen üyeliğin son dönemi büyük bir bürokratik hata sonucu ucu açık bırakılmıştı. Gene ucunu açık bıraktılar. İşte bu yüzden Türkiye'nin Avrupa'ya tam üyelik için 1985'te başlayan son dönemi hâlâ sürüyor.
Zaten Türkiye'nin AB ile üyelik sürecinin hikâyesi, statükocu siyasetçilerin işbirliğiyle sürdürülen bürokratik vesayeti en iyi anlatan hikâyelerden biridir. Nitekim 1978'de Avrupa ile ilişkiler donduruldu ve bunun sebebi hâlâ belli değil. Yine 12 Eylül darbesinin ardından Avrupa ülkeleri, Türkiye'ye vize zorunluluğu getirdiğinde, darbeci generallere akıl hocalığı yapan büyük Türk bürokratları vize engeline itiraz etmedi. Çünkü amaç Türkiye toplumunu içeriye kapamak olunca sessiz kalmak işlerine geldi.
Yıllar geçti ve bugün ABD ile AB ile serbest ticaret anlaşması imzalayacaklar. Böylece ABD ile AB arasında büyük ve zengin bir pazar kurulacak. Ama GB'ye üye olduğumuz halde bu pazara Türkiye'nin malları giremeyecek, oysa ABD malları Türkiye'ye hiç engel olmadan girecek.
"Böyle şey olur mu?" demeyin, oluyor işte. Çünkü bizim büyük Türk bürokratları, tüm uyarılara rağmen GB Anlaşması'na öyle bir madde koydular ki, Türkiye'nin ayağına kurşun sıktılar. Anlaşmaya, "AB ile yeni serbest ticaret anlaşması imzalayan ülkelerle biz ayrı ayrı görüşeceğiz" koşulunu getirdiler.
İşte bu koşul nedeniyle GB ile serbest ticaret anlaşması yapan her ülkeyle Türkiye yeniden anlaşma yapmak zorunda kalıyor. Ve bu yeni ülkeler, rekabetçi bulduklarından kendi pazarlarına Türk mallarını sokmak istemiyorlar. Bizimle serbest ticaret anlaşması imzalamaktan kaçıyorlar. GB Anlaşması'na bu anlamsız koşulu kim yazdırmış diye sorarsanız... Araştırdık. AB Bakanı Egemen Bağış, bunun o dönem görevdeki Onur Öymen'in fikri olduğunu söyledi. Niye konmuş acaba bu koşul? Güney Kıbrıs korkusu mu? Bilinmiyor. Anlayacağınız, her fırsatta milli çıkardan dem vuran büyük Türk bürokratlarının hezeyanları şimdi Türkiye'nin başına büyük işler açıyor, bu ülkeye büyük kayıplar verdiriyor.