Dün sabah bizim gazetenin manşeti..
"Çocuklarımız için aşı olun çağrısı.."
Başkan Erdoğan, başta öğretmenler ve veliler olmak üzere sırası gelen büyükleri aşı olmaya davet etmiş.
Hürriyet'in manşeti..
"Aşısızlar yollarda kaldı.."
Aşısı olmadığı için karısını uçakla yolladığı balayına kendisi gidemeyen damat. Bindikleri otobüsten tek doz aşılı oldukları için indirilen yolcular.
Her hafta PCR testi yaptırmamak için aşıya koşanlar, ayrı ayrı haber yapılmış.
Hürriyet "Salgınla mücadelede yeni dönem başladı" diyor.
Yeni dönemi başlatan, alınan yeni önlemleri açıklayan Başkan Erdoğan..
Bizim gazetenin manşetinde son çağrısı var, zaten..
"Kendiniz için aşı olmasanız bile, çocuklarımız için yaptırın" demiş bu defa da Başkan Erdoğan..
Şimdi, bizim gazetenin aşı karşıtlarına, aşı olmayacaklarını açıklayan ve hemen her gün "Siz de olmayın" algısı yaratan yazılar kaleme alan meslektaşlarıma, özellikle de, "Aşı önlemleri memleketi askeri kışlaya döndürecek" diyen Melih Altınok kardeşime soruyorum..
THY, aşısızları almıyor. Yolcu otobüsleri, aşısızları yolda indiriyor. Bazı şirketler, aşısızları işyerine almamaya başladı. Aşısızlardan PCR testi istenmeye başlandı. PCR testleri 48 saat için geçerli. Yani aşısızsanız, iki günde bir PCR testi yaptıracaksınız.
Yani Sevgili Melih kardeşim.. Korktuğun oldu.
Memleket kışlaya döndü. Anayasamız gereği, ayni zamanda "Başkomutan" olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, her gün ve çok haklı olarak yeni kısıtlamalar, yeni önlemler açıklıyor. Çünkü salgının hızını mümkün olduğu kadar kesmek, vaka ve ölüm sayısını mümkün olduğu kadar düşürmek istiyorlar.
Bunun da aşıdan başka yolu yok.
Tamam!. Aşı yaptırmamak, vücuduna dokundurmamak senin Anayasal "vücut dokunulmazlığı" hakkın..
Peki bu hakkını kullandığın için, hayatlarını tehlikeye attığın başkalarının "yaşama hakları" ne olacak?.
Ya da senin deyişinle "Kışlaya dönen" bu vatanda sen ne yapacaksın?.
Kararın ne olacak?.
Gitsen, seni alacak ülke, götürecek taşıt bulacak mısın, aşısız olarak?.
Ya da eninde sonunda mecburen aşı mı yaptıracaksın, Sevgili Kardeşim?.
"Bahçemde kahve" davetim baki.. Yasemin'le konuş, ayarlasın, bir gün bekliyorum..
Tabii mesafeli oturacağız, bilesin..
Not.. Bu satırları yazarken, Sağlık Bakanlığı'nın, dün için açıklaması geldi, Melih.. "Son 24 saatte 20 bin 962 vaka ve 271 (İki yüz yetmiş bir) Ö L Ü M!."
***
GRİ SAÇ DEVRİMİ DÜNYAYI SARIYOR!..
Yanlış okumadınız.. Gri saç devrimi dünyayı fırtına gibi sarıyor. Kadınlar artık ağaran saçlarını okşuyorlar, berbere koşup boyatmak yerine..
(Annem boyatmaz, önüme oturur, "Beyaz telleri ayıkla bakalım" derdi.)
Gri saç devrimi, kadınları yaşlanma sürecinde daha kendilerine güvenli yapmakla kalmıyor, onlara, durmadan gittikleri berberlerde ziyan edilmiş zaman ve paralarını da kazandırıyor.
Uzmanlar devrimi başlatan şeyin pandemi olduğunu söylüyorlar. Evde saçları ve aynaları ile baş başa kalan kadınlar, gri saçlarını çok beğenir olmuşlar.
Ünlü kozmetik firması L'Oreal Paris, "Kadınların yüzde 47'si gri saçı tercih etmeye başladı" diye açıkladı.
İnternet tarayıcısı Google'ın araştırmasında oran yüzde 67'ye ulaşıyor. Ve bu araştırmalar gösteriyor ki, gri saçlarını sevenler ve koruyanlar sadece 60'ın üstündeki kadınlar değil.. 30 yaşındakiler arasında bile gri saçlarını sevenler ve koruyanlar var. Özellikle de ünlü kadınlar, gri devrimine katılıyorlar.
Peki ya siz?.
Saçlarını boyatmak, yüzlerinin ifadesini botoksla yok edip hepsi ikiz kardeş gibi birbirine benzeyen, taş gibi değil, fabrikasyon taş bebek suratlı bizim ünlüler?.
Artık yüzlerine bakamadığım için, kaçmak zorunda kaldığım eski, can arkadaşlarım.. Kendi feci değişikliklerine bakmadan "Hıncal değişti" diyen eski dostlar..
Siz mutlu musunuz, aynaya baktığınız zaman gördüğünüz o tek tip, zerre ifade taşımayan surattan?.
***
YA FRANSIZ SİNEMASI?.. HATTA AVRUPA?..
Hürriyet hakkını vermiş efsanenin.. Birinci sayfadan anons.. Son sayfada manşet..
"Efsane hayata veda etti!."
Bugünün kuşakları adını biliyorsa şaşarım.. Oysa gerçek efsaneydi Jean-Paul Belmondo..
Bir anım var..
Yıllar yıllar önce Paris'te dolaşıyoruz, Ertekin ve birkaç Türk gazeteci arkadaşla.. Ertekin, "Size burada yaşadığım evi göstereyim" dedi.. Şanzelize'den saptık, bir ara sokağa girdik..
"İşte şu apartmanın ikinci katı" diye işaret ederken Ertekin, bir delikanlı fırladı kapıdan..
"Mösyö Şapooo!.. Mösyö Şapooo" diye bağırarak bize koşuyor..
Yahu Ertekin, Paris'ten döneli 25 sene olmuş..
Bu onu nereden tanır ki.. Anlattı bize, Ertekin'i gösterip..
"Bu adamın bu evde verdiği partiler efsane olurmuş. Benden evvel babam kapıcıydı burada.. O hayat boyu anlattı durdu bize.. Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo hepsine gelirlermiş. Onlar gelince, kentin bütün güzelleri de tabii.. Sokak şenlenirmiş, gelene gidene bakmak için toplananlarla.."
Ertekin anlatsa "Palavra" der geçeriz. Ama onu hayatında ilk defa gören bir Parisli genç anlatıyor..
O Fransız sinemasında dönüm noktası kabul edilen filmi kuzen Ahmet'le seyretmiş, Belmondo'ya hayran, Jean Seberg'e âşık olmuştuk, ki ben kısa saçtan hiç hoşlanmazdım kadında.. Ama Seberg'e nasıl yakışmıştı..
Hürriyet'i okurken, "Aşağı inip yazmalıyım" dedim.. Ama şöyle..
"Belmondo öldü, peki ya Fransız sineması?." Şimdi yazarken "Eksik" dedim.. "Avrupa sineması ne oldu?." O yıllarda Hollywood'a meydan okuyan bir Avrupa sineması vardı.. Hayır, "sanat" açısından konuşmuyorum..
Sözünü ettiğim gişe..
Filmleri, yönetmenleri, yıldızları ile Hollywood'a meydan okuyan bir Fransız ve İtalyan sineması vardı mesela..
Ne yıldızlar çıktı o filmlerden, Hollywood'u sallayan..
Bir Fransız ve İtalyan müziği de vardı, dillerimizde dolaşan, ezberimizde olan..
Nerde şimdi Yves Montand'lar, Edith Piaf, Mireille Mathieu'ler, Mina, Milva, Domenico Modugno'lar?.
Ne oldu Avrupa'ya?.
Bizim kuşak özellikle bu sorunun yanıtını çok ama çok iyi düşünmeli..
Bir efsane öldü, tamam.. Ama onun efsane olduğunu bilenler de tükeniyor yavaş yavaş!.
***
YAPAY ZEKÂLI SPARTAKÜS!..
Gerçek Kahraman (Free Guy) bizde de hoşça vakit geçirilecek bir bilimkurgusal serüven filmi olarak karşılandı. Üstelik sık sık da güldüren bir komedi.. Başrolde de biçilmiş kaftan Ryan Reynolds olunca hele, keyifler tamam..
Ama bana sorarsanız, filmden sonra, uzun uzun konuşulması, üzerinde düşünülmesi gereken bir yapıt izledik.. Çünkü şu anda, bilim adamlarının çok tartıştığı bir konuyu ele alıyor..
"Kendi elimizle yarattığımız yapay zekâ, bir gün bize ve dünyamıza egemen olabilir mi?."
Filmin kahramanının adı Guy.. Türkçesi Adam. Free Guy da, Özgür Adam demek oluyor bir yandan.
Bu Guy, "Free City/Özgür Kent" adlı bilgisayar oyununda, oyuncunun vurarak öldürdüğü figüranlardan biri. Her ölüşünde, öldürene puan kazandırıyor.. Yani eğlendirip keyiflendiriyor. Free City de, New York tabii..
Yani..
Arenada dövüşen köleleri hatırlayın, filmlerden, romanlardan, tarih kitaplarından. Bu köleler, yani Roma'daki adlarıyla gladyatörler ölesiye, öldüresiyle eğlendirirler, sonunda baş parmakları ile "Ölüm/ Kalım" işareti yapan seyircilerini..
İşte tüm hayatları öldürmek, öldüremezse ölmek olan bu gladyatörlerden biri, Spartaküs, arkadaşlarını birbirlerini öldürmeyi beklemek yerine başkaldırmaya ikna eder ve tarihe adıyla geçen "Spartaküs İsyanı"nı başlatır.
Guy'ın "Özgür Guy" filminde yaptığı da o işte.. Bilgisayar oyununun her oyunda öldürülen yapay zekâsı figüran, bir gün bu oyuna, bu kısırdöngüye başkaldırır ve.. Arkadaşlarını da ikna ederek, Özgür Guy İsyanı'nı başlatır.
Yapay zekâlı adam, insandan gelen emirleri dinlemez olur..
Olur da ne olur?.
Filmi izleyin. Orada mülayim bir çözüm var.. Ama yapay zekâ bir gün kendisini yaratan insana kafa tutarsa.. Arkasına tüm yapay zekâları alırsa orda durur mu?. Durdurulabilir mi?.
İşte orasını düşünmek, hem de fena halde düşünmek gerek, film boyu bol kahkaha atan ve içinden yapay zekâ Guy'ı destekleyen insanoğulları..
***
TEBESSÜM
İki milyarder uzun zaman sonra karşılaştılar. Hoşbeşten sonra biri sordu..
"Evde hayat nasıl gidiyor?."
"Harika" dedi, öteki.. "Bir fil aldım.."
"Manyak mısın" dedi, öteki.. "Eve fil alınır mı?."
Alınır tabii" dedi öteki.. "Hayatımın en iyi alışverişi oldu üstelik. Bahçenin çimlerinde çok düzgün otluyor. Artık çim biçme ve bastırma sorunum kalmadı. Çocuklar bayılıyor file. Hep beraber sırtına biniyorlar. Hortumundan kayıyorlar. Bütün gün içerde ekran başında oturmuyorlar artık. Fil onları dışarıda tutuyor. Karım da file bayılıyor. Bütün ağırlıkları kaldırmada ona yardım ediyor. Onları karımın gösterdiği yere koyuyor. Sana bir şey diyeyim mi?. Bir evde olacak en iyi şey. Akıllı, zeki ve müşfik. Bugüne dek para verip aldığım en iyi ev hayvanı!.."
Öbür milyarder sakalını kaşıdı ve sordu..
"Akıllı bir iş gibi görünüyor gerçekten.. Kaç para verdin ona?."
"Bir milyon kâğıt. Ama her kuruşu değer. Bu fiyata, çaldım gibi bir şey.."
"Bana 2 milyona satar mısın?."
"Satar mıyım hiç?. Ailemin parçası o.."
"3 milyon!."
"Bilmem.. Böyle bir dostluğa ve hizmete, faydaya fiyat biçilir mi?.
"5 milyon.."
"Pes ettim, ama dostluğumuzun hatırına 5 milyona okey.."
Üç hafta sonra iki milyarder gene karşılaştılar.
Fili alan bangır bangır bağırmaya başladı..
"Bana bu rezil canavarı nasıl sattın?. Bahçede ezilmedik çim, yıkılmadık ağaç kalmadı. Her yer fil boku ile doldu ki, kokusu evin her odasında. Çocuklara karşı o kadar saldırgan ki, bizimkilerin ödü patlıyor. Odalarından çıkmaz oldular. Hortumuyla durmadan her tarafa davul gibi vuruyor, gürültüden uyuyamaz oldum. Karım uykusunda kâbuslar görmeye başladı. Bana durmadan beddua ediyor. Bu fil tam bir rezillik. Hayatta satın aldığım en kötü şey!."
Öbür milyarder baktı arkadaşına ve dedi ki..
"Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama böyle konuşmaya devam edersen, o fili asla satamazsın!."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Akıllılar, zayıf taraflarını bildiklerinden yanılmazlık iddiasında bulunmazlar. En çok bilen, ne kadar az bildiğini, herkesten daha iyi bilir.
Thomas Jefferson