Çeyrek asırdır tiryakisi olduğum İzmir'in haftalık Gözlem gazetesinde, benim yıllar öncesinden kalmış bir yazımın kupürünü (yukarıdaki) görünce şaşırdım. Meraklandım da.. Bir nefeste okudum..
Baktım, ağbim tam da bugünler için çok geçerli görmüş yazdıklarımı, almış köşesine..
Telefon ettim.. "Bu defa telif hakkı istemiyorum senden.. Çünkü hafta sonu altına imzamı atıp, senin(!) yazını ben kullanacağım" dedim.. Kahkahayı bastı.
Siz gülmeyin sevgili okurlar..
Hele çocuklarının tablet ve cep telefonuna boğulmasına ses çıkarmayan, tersine köşelerine çekilip sessiz sedasız ekranda yok olmalarına "Aman bizi rahatsız etmiyor" diye bakan anneler ve babalar mutlak okumalı..
Bu satırları yazarken, aklıma yıllar önce bir üniversite söyleşisinde anlattıklarım geldi.
"Uslu çocuk ne demektir" diye sormuş ve kendim cevaplamıştım.
"Us, akıl demektir. Uslu da 'akıllı' oluyor.. Bir misafirliğe gelirler.. Bir saat sonra gelenlerden bir kadın bir köşede oturan çocuğu işaret eder.. 'Şuna bakar mısınız, ne uslu çocuk.. Bir saattir o köşede sessiz sedasız oturuyor..' Oysa bu sahne mesela Amerika'da olsa ve çocuk o kalabalık içinde saatlerce sessiz sedasız otursa, annesi ertesi gün kucaklar, çocuğu ruh doktoruna götürür, 'Bunun nesi var' diye.. Bizde, koşan, oynayan, arayan, 'Bu nasıl çalışıyor' diye oyuncağını kırıp içine bakan (Ben öyleydim) çocuk, 'yaramaz'dır.. Oysa dünyayı hızla ileri götürenler, bizim istediğimiz gibi uslular değil, hiç istemediğimiz gibi yaramazlardır!."
Bunu da aklınızın bir kenarında tutup, ağbimin yazısını okuyun lütfen.
***
***
Mesaj burada biterken, düşünüyorum; nasıl bir tesadüfler yumağı bizi doktorla bir araya getirdi?..
Albaylıktan emekli olan ve Ankara Dünyagöz Hastanesi'nde başhekim yardımcılığı yaptıktan sonra, yeni açılan İzmir Dünyagöz Hastanesi'ne başhekim olarak gelen Dr. Erhan Yılmazkurt'a, "emekli albay" olan babamız Fuat Uluç'un 1940'lı yılların başında önce Van'ın Çaldıran Köyü'nde (şimdi ilçe), sonra Van'da yüzbaşı olarak bölük komutanlığı yaptığını anlattım. İlkokula Çaldıran'da başlayıp, ikinci sınıfı da Van'da okuduğumu ve kız kardeşimiz Serpil'in de onun kızı gibi Van'da doğduğunu da...
Ona ve kızı Aleyna'ya "Edremit Van'a bakar, içinden Şamran akar" türküsünü de mırıldanmamın sonunda, "Van anılarını karşılıklı anlatmak için buluşma kararına" da vardık.
Diyorum ya, hastaneleri ve ünü Avrupa'ya yayılan, oralarda "Yılın hastaneleri seçilen" ve ülkedeki hastanelerine yüz binlerce "yabancı" hastanın geldiği Dünyagöz'de, "böylesine bir buluşma", hakikaten "Dünya ne kadar küçükmüş, tesadüfün böylesi.." dedirtti bana...
Hastaneden çıkarken, direktör Gökhan Ösme'ye de "Eşimin uzağı, yakını, renkleri 'yeniden' görmesini ve özellikle TV dizi ve filmlerinin alt yazılarını gene rahatlıkla okumaya başlamasını sağladıkları" için teşekkür ettik.
"Gözlerin konuştuğu dil her yerde aynıdır" sözüne bir ilave yaparak, yazımı noktalıyorum..
"Yeter ki, o gözler sağlıklı olsun!.."
*
İŞTE MAHŞERİN DÖRT ATLISI!..
Hemen her Olimpiyat ve Dünya Atletizm Şampiyonası'na beraber katılırdık 1980, Moskova'dan sonra..
Cüneyt Ağbi (Koryürek), Nuyan Ağbi (Yiğit), Kenan (Onuk) ve Ben..
Bize "Mahşerin 4 Atlısı" derlerdi.
Ben evde çalışırken Yasemin ara ara gazeteye gidiyor ve benim dolapları elden geçiriyor.. Perşembe günü bir yığın kendi sakladığı eski fotoğraflar bulmuş.. Getirdi. Karıştırıyorum..
Aaaaa!. Mahşerin Dört Atlısı.. Yıl 1997. Yer Atina.. Yarışma Dünya Atletizm Şampiyonası..
Ne eğlenmiştik orda..
En başta, o zaman gencecik, bugün Hürriyet'in spor müdürü Mehmet Aslan var. Cüneyt Ağbi, "Bu çocukta tam Olimpik kafa var. Aramıza alalım, yetişsin" demişti. Almıştık biz de.. Onun yanında Cüneyt Ağbi.. Sonra ben.. Nuyan Ağbi.. Onun yanındakini hatırlayamadım. En sonda da Kenan..
Atina yakınlarındaki bir köyde "Geleneksel bir Yunan kır gecesi" düzenlemiş organizasyon komitesi.. Orda asıl ne harika eğlenmiştik.
En erken, en gencimiz Kenan gitti. Sonra cinayet gibi bir kazada Cüneyt Ağbi.. En son gidip beni yalnız bırakan da Nuyan Ağbi oldu..
Bugün Tokyo Oyunları kapanıyor.. Tam da bugün, Mahşerin Dört Atlısı resminin önüme gelmesi de tesadüf değil mi?.
*
PAZAR NEŞESİ
Kadın bir pazar sabahı kocasına, "Arabayı hazırla.. Bir bavul dolusu kullanmadığım elbisem var. Onları bir hayır kurumuna götürelim" dedi.
Kocası, "Niye götürüp çöpe atmıyorsun, daha kolay olur" diye cevap verdi.
Kadın, "Etrafta açlıktan ölen yığınla fakir insan var. Bunları kullanırlar" diye itiraz etti.. Kocası bu defa bastırdı..
"Senin elbiselerinin uyduğu kadınların açlıktan ölmeleri söz konusu bile olmaz ki!."
Bitti mi?. Hayır, bitmedi.. Devamı var..
Koca şu anda hastanede.. Kafasındaki ağır yaranın iyileşmesini bekliyor..
*
LATİN SÖZLERİ
"Reus innocens fortunam, non testem timet."
"Masum sanık yazgıdan korkar, tanıktan değil!"
Publilius Syrus