Bayramda kendime de bir gün tatil verdim, izninizle.. Köşeyi boş bırakmadan tatil.. Eski yazılara gittim. Geçen yüzyıldan kalma yazılara.. Onlardan bir tane seçtim..
Kullanmayıp bir kenara "Lazım olur" diye ayırdığım dosyalar var. Bana sizlerden yollananlar var.. Onlardan seçtim.. Oldu size, biraz ibretlik yazılarla dolu bir dükkân bugün.. Buyurun ilki.. 21 Ocak 1995'te yazmışım "Kimse mükemmel değildir"i..
***
Her gün önüme yığılan mektup ve fakslar (Faks ne, hatırlayan var mı?. 1900'lerin ikinci yarısındaki en büyük iletişim icadıydı.. Nasıl hızla eskitiyoruz dünyayı..) kadar beni mutlu eden şey yok.. Bunlar bittiğinde ben de bitmişim demektir..
Dikkatimi bir şey çekiyor.. Sevgi dolu cümleleri yazarken çok rahatsınız. Ama eleştirirken, bazılarınızın sanki incinirim, kırılırım diye düşünür gibi bir haliniz var.. Şunu bilin.. Bana söven mektuplara bile kızmıyorum. Çünkü sövmek de bir düşünce açıklama şeklidir.. Onlar başka türlü açıklama yeteneğinden mahrumlar diye fikirlerine aldırış etmeyecek miyiz?
Hele, daha önce de yazdım.. Bir konuda aynı fikirde olmadığınızı ifade ederken neredeyse, özür diler gibi bir tavır takınıyorsunuz..
Hayır.. Ama gerçekten hayır..
Bir kere..
Ben mükemmel değilim.. Hiç kimse mükemmel değildir.. Mükemmellik, inananlar için sadece Tanrı'ya has bir özelliktir.
Çok yanlış yapıyorum.
Yanlışlarımdan korkmuyor ve utanmıyorum.
Yanlış yapmaktan korkanlar, hiçbir şey yapamazlar. Oysa ben çok şey yapmak isteyen biriyim..
Doğru da yapacağım, yanlış da..
Önemli olan iki şey var..
Doğrularımın, yanlışlarımdan fazla olması, bir.. Aynı yanlışı iki kez yapmamam iki..
Bir yanlışı bir kez herkes yapabilir.. Yapmalıdır da.. Hakkıdır.. Çünkü neyin yanlış olduğunu görmek, doğruyu bulmanın yollarından biridir.
Ama aynı yanlışı ikinci kez yaptınız mı, o zaman, galiba kastınız var ya da aldırmıyorsunuz demektir. Gerçek yanlış da bence aynı yanlışı tekrar etmektir.
Bana yanlışlarımı yazmaktan çekinmeyin.. Kaleminizi kısıtlamayın.. Doğruyu tek başıma bulamadığım zamanlar çok oluyor. O zaman, sizlerden ışık alabilirim değil mi?
Benimle her zaman aynı fikirde olmayışınız da doğal..
Çok seslilik dediğimiz nedir?
Herkes ayni fikirde olsa, bunca gazete, bunca dergi, bunca televizyon, radyo, yorumcu olur muydu?.
Tabii herkes farklı düşünecek..
Ama bir şeyi karıştırmamalıyız.
Farklı düşünmek başka şeydir, sevmek çok başka şey..
Farklı düşündüğümüz halde birbirimizi sevebilirsek, mutlu bir toplum olmanın yolunu bulmuşuz demektir.
Sadece sizin gibi düşünenleri seviyorsanız, aslında siz, kendinizden başkasını sevmiyorsunuz demektir. "Hıncal Bey, sizi severek okuyordum. Geçen gün şöyle yazdınız. Artık sizi okumamaya karar verdim."
İşte beni en çok üzen satırlar bunlar..
Düşünün bir..
Sizin düşündüklerinizi yazarsam sadece, bunları okumak size, hoşça vakit geçirtmek dışında ne kazandırır?
Farklı düşünceleri de duymanız, bilmeniz gerekir ki, kafanızda bir tartışma başlayabilsin..
Bende farklı bir şey okuduğunuzda, kendinizin yanlış düşündüğünüzü kabul etmeniz ne kadar yanlışsa, beni mahkûm etmeniz de o kadar hata..
Farklı şeyleri düşünerek de hep bir arada olabiliriz.. Olmalıyız..
Gene düşünün bir, herkes hep ayni şeyi düşünüp söylese, ne kadar tatsız bir toplum, ne tatsız bir yaşam ortaya çıkardı..
Farklı şeyler düşüneceğiz..
Farklı şeyler düşünmeye alışacağız..
Farklı şeyler düşünenleri sevmeyi de öğreneceğiz..
Ve de hiç kimsenin mükemmel olmadığını bilip, insanları kusurları ve yanlışları ile sevmeyi başaracağız.
Toplumsal barışa ve mutluluğa ulaşmanın başka yolu yoktur!..
***
TOLSTOY'DAN BİR MİNİK ÖYKÜ...
Tolstoy'un "İnsan Ne ile Yaşar" adlı kitabındaki, çiftçi Pahom'un hazin ve ibretlik öyküsünü Venüs Dalgıç kardeşim Viyana'dan göndermiş..
Teşekkürlerimle..
***
Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır.
Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. Gerçekten de reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir.
Pahom'a "Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar gidebildiğin bütün yerler senin.
Ama güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım" der. "Yoksa bütün hakkını kaybedersin." Pahom, güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye.
Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Geri döner.. Koşar, koşar, ama kesilir gücü.. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken burnundan kanlar fışkırır..
Tam başladığı noktaya yaklaşırken yere yığılır ve bir daha kalkamaz...
Reis olanları izlemektedir.
Çok kereler şahit olduğu olay bir daha gerçekleşmiştir.
Adamlarına bir mezar kazdırır.
Pahom'u mezara gömerler. Reis, mezarın başında durur ve şöyle der:
"Bir insana işte bu kadar toprak yeter!" Durmadan biriktirmek istiyoruz.
Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev... Ekemeyeceğimiz kadar tarla.. Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük...
Ve insan yaşlandıkça besler, gençleştirir arzularını.
Biriktirdikçe hayata olan bağlarını artırır. Öyle bağlanır ki hayata, bir gün bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından...
Tüketmeye de çok meraklıdır insan. Biriktirdiği paranın, eşyanın, malın mülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir...
"Benim" diye biriktirirken, benliğini tüketir...
Sofraya koyabildiğimiz bir bardak çayın, zeytine, ekmeğe ulaşabilmenin bir zenginlik olduğunu ne zaman fark edeceğiz?.
Doldurabildiği bir cüzdanı olmasa da, bir evi sevgiyle, kanaatle dolduran bir kadının, akşamları evine gelen, ekmek getiren, eşine eline sağlık diyen bir erkeğin zenginlik olduğunu ne zaman anlayacağız?
Aslında, gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar fakiriz hepimiz.
***
ÇİÇEK İLE SUYUN HİKÂYESİ
Arşivleri karıştırırken tam 15 yıl önce Ferhat Şöför adlı okurun gönderdiği "Pazarlık" adlı bir yazıya rastladım..
Buyrun eskilerin "Kıssadan hisse" dedikleri, ders alınacak kısa öykülerden biri..
***
Günün birinde bir Çiçek ile Su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri.. Tabii zaman lazımdır birbirlerini tanımaları için.
Gel zaman, git zaman Çiçek o kadar mutlu olur ki, içi içine sığmaz artık ve anlar ki, Su'ya âşık olmuştur.
İlk kez âşık olan Çiçek, etrafa enfes kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey Su" diye.. Öyle zaman gelir ki, artık Su da içinde Çiçek'e karşı bir şeyler hissetmeye başlar.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve Çiçek "Acaba Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü Su, pek ilgilenmez, o konularla..
Oysa Çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Su'ya "Seni seviyorum" der.
Su, "Ben de seni seviyorum" diye cevap verir.
Aradan zaman geçer ve Çiçek yine "Seni seviyorum" der, Su da "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...
Artık öyle bir duruma gelir ki, koku saçamaz olur etrafa ve bir daha "Seni seviyorum" der.
Su da "Kaç defa söyledim ya..
Ben de seni seviyorum" der.
Gün gelir Çiçek yataklara düşer.
Hastalanmış, rengi solmuş sararmıştır.
Yataklardadır artık Çiçek. Su da başında bekler Çiçek'in, yardımcı olmak için sevdiğine... Çiçek ölümcül halde son kez zorlukla başını döndürerek "Seni ben, gerçekten seviyorum" der.
Çok hüzünlenir Su... Son çare olarak bir doktor çağırır, Doktor gelir ve "Hastanın durumu ümitsiz, artık elimizden bir şey gelmez" der.
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalığı ve sorar doktora.
Doktor, şöyle bir bakar ve der ki:
"Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü ondan.." Anlamıştır artık Su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demenin yetmediğini..
Ne yazık ki çok geç öğrenmiştir, seven sevdiğine, en olmayacak zamanda, en olmayacak yerde bile, yani her zaman, her yerde söylemelidir aşkını..
***
PAZAR NEŞESİ
Adam gecenin bir yarısı ıssız bir yolda giderken iki serseri yolunu kesti. Önce tekme sille yere serdiler. Eşek sudan gelinceye kadar dövdüler.
Sonra cüzdanını da alıp gittiler.
Adam yarı baygın yatarken biri başına geldi..
"Geçmiş olsun" dedi..
"Evim hemen şurda. Sizi götüreyim. Biraz dinlenin, yüzünüzü yıkayalım.." Adamı kaldırdı, beline sarıldı, hemen ordaki evine adeta taşıdı..
Fena halde dayak yiyen adam, biraz kendine gelince, tek kaybının cüzdan olmadığını da anladı. Yediği tekmeler, takma dişlerini de kırmıştı.
Kibar ev sahibi, "Size o konuda da yardımcı olabilirim" dedi. İçeri gitti. Elinde bir torba takma dişle döndü..
"Bakın bakalım size uyan var mı" dedi..
Adam yığını boşalttı.
Denemeye başladı ve çok iyi uyan takma dişleri buldu..
"Ne şanslı adamım" dedi. "Orda baygın yatarken siz geldiniz. Beni kendime getirip dinlendirdiniz.
Takma dişlerim kırılmıştı. Bir de dişçi olmanız ne tesadüf.." "Hayır dişçi değilim" dedi, ev sahibi..
"Mezarcıyım ben!."
***
LATİN SÖZLERİ
"Feras difficilia, ut facillia perferas!."
"Kolayı başarman için, zora katlanman gerek!"
Publilius