Fatih Terim, derbiye hemen hemen hiç kimsenin beklemediği bir takım çıkardı. Nerdeyse çökmüş Galatasaray'ı ayağa kaldıran gençleri değil, en tecrübeli, en ünlüleri öne alan bir 11 yaptı. Türkiye'de "spor muhabirliği" mesleği sona erdiği için, hiçbir gazetede, gençlerin değil, tecrübelilerin oynayacağına dair haber görmedik. Bu yüzden "sürpriz" denebilir, Terim'in tercihine.. Ama ben pek şaşırmadım..
Çünkü "gençler" o müthiş dönüşe imza atınca, sakatlıktan dönen Babel'in hemen o gençlerden biri yerine 11'e alınmasını sert yorumlamış, "Fatih Hocam gençleri mecburiyetten oynattığının işaretini verdi. Öbürlerinin de sakatlıkları geçince ya da cezaları bitince takımda yerleri hazır" demiştim.
Beşiktaş maçında aynen o oldu işte..
Ama "doğru" oldu. Şampiyonluk umutlarının matematiksel devamı için derbiyi almak zorunda olan Terim, Beşiktaş'ı daha sahaya çıkarken kadro farkı ile yenmeyi planlamıştı. Bunun için de usta ayaklara ihtiyacı vardı.
Beşiktaş'ın da usta ayakları vardı..
Ama tribünde.. Aboubakar ve Cenk Tosun.
Sahada oynayan iki 11 arasında öylesine bir kalite farkı vardı ki.. Maçı fanatik Beşiktaşlı yardımcım Caner'le izliyoruz, 17 günlük yasak yüzünden.
Caner bende kalıyor.. Sordum Caner'e..
"Sahada oynayan Beşiktaş 11'inden bir kişi alıp, Galatasaray 11'indeki birinin yerine koyabilir misin?."
Caner bir düşündü.. "Hayır, Hıncal Bey" dedi. "Koyamam.."
"Peki şimdi Galatasaray kulübesine bak. Oradan rastgele birini alsan, bu sahadaki Beşiktaş 11'inde direkt oynamaz mı?."
İki takım arasındaki dev kadro ve ağırlık farkını daha iyi nasıl anlatırsınız..
Bu yüzden "Fatih, doğru tercihler yaparak ve zamanında doğru müdahalelerle kazandı" derken "Sergen kaybetti" demem mümkün değil.. Oyun kurtarıcı olarak sahaya Necip'i sokma durumundaki bir Hoca'yı eleştirme hakkınız olabilir mi?.
Galatasaray 3-1 önde ama ikili averajda öne geçmesini sağlayacak 4'üncü golü aramıyor. Her gittiğinde gol pozisyonuna girdiği halde gitmiyor.
Klasik vakit geçirme oyununu oynuyor. Genel averajda çok geride olmasına rağmen, o çok kıymetli farkı getirecek golü değil, iki farkı koruma oyunu oynamasını anlamakta güçlük çekiyorum..
Beşiktaş, Galatasaray'ın bu pasif oyunundan yararlanıp çıkmaya başlıyor.
Galatasaray savunması klasik bireysel hatalarını da sıralamaya başlayınca sık sık pozisyon buluyorlar.
Caner'e sordum gene..
"Durmadan pozisyona giriyorsunuz ama golü kim atacak?." Bu sorunun da cevabı yoktu, 11'de de, kulübede de..
Çok kozu olan Terim akıllı oynadı, kazandı. Hatta eksik kazandı. En az 3 fark yapabilirdi. Düşünmedi bile..
Dilerim pişman olmaz..
Hiç kozu olmayan Sergen'in kadere razı olmaktan başka yapacağı yoktu.
*
Bu gece en kolay maç, göreceli olarak Galatasaray'ın.. Fiilen düşmüş Denizli ile oynayacaklar. "Zaten düşmüş olmanın rahatlığı Denizli lehine olabilir mi" diye de düşünebilirsiniz ama, Galatasaray eliyle vermedikçe, bu Denizli'nin maç alması zor.
En zor maçı Fener, Sivas'la oynayacak.
Sivas'ın Başkanı Fenerli ama, Hocası yıllarca Beşiktaş'ın kaptanlığını yapmış ve orada "Atom Karınca" adını almış Rıza Çalımbay.. Fener'in maçın bitmesine 40 saniye kala attığı 2 puan getiren golle, hem şampiyonluk iddiası sürüyor, Beşiktaş'a karşı.. Hem de Şampiyonlar Ligi iddiası devam ediyor, hemen arkasından gelen Galatasaray'a yönelik.
Fenerbahçe, kritik oyun sonlarını en iyi oynayan takım.. Bu hatta uzatmalarda kazandıkları kaçıncı puan.. Fener maçları gerçekten hakem bitiş düdüğü çalmadan bitmiyor.
Lider Beşiktaş, geçen hafta Gençler'i beşleyip ikinci lige yollayan Karagümrük ile oynayacak.
Gümrüklülerin de ne iddiaları var, ne tehlikeleri.. Beşiktaş'ın ise hâlâ iki puan kayba tahammülü var.. Sergen Hoca için ilginç bir taktik maçı olacak, maç içi gelişmelere göre.. Ama taktiksel gelişmeyi sağlayacak kadrosu ne yazık ki pek yok.
Yani bu gecenin işi en zor adamı Sergen Yalçın!.
***
KENDİ YAZDIĞINI KENDİN OKU VE ANLA, ÖZKÖK!..
"Müzisyenler aç" çığlığını tüm ülke içine yaymak için düzenlenmiş bir "challenge"a katılmaya Yıldız Tilbe tarafından, hem de Yıldız'ın o şarkısını plak yapan Tarkan davet edilmişti. Megastar, "Ne işe yarar ki" gibisinden çok, anlamsız ama umursamazlık ifade eden bir gerekçe ile daveti geri çevirdi. Fazlasıyla hak ettiği o Megastar unvanına, her konserinde, kaydında kendisine eşlik eden, nerdeyse 20'yi bulan saz ve bir o kadar vokal takımı ile işbirliği yaparak ulaşan Tarkan'ın onu omuzlayan müzik emekçilerinin çığlığına iki dakikalık bir zahmetle katılmayı reddetmesine çok ama çok üzüldüm. Bir o kadar da öfkelendim.
Dört kelime ile ifade ettim, duygularımı..
"Tarkan benim için bitti."
Yazılarını sosyal medya tepkilerine göre yazan takım da bana saldırdı. Amaçlarını, içyüzlerini bildiğim için aldırmadım bile..
Ama, Spotify özel yazarı (Hürriyet yazarlarının, reklam şubesinin teklifi ile paralı yazı yazdıklarını ve röportaj yaptıklarını bizzat gazetenin Genel Yayın Müdürü açıklamış ve bu yazılara "proje" dendiğini de söylemişti. "Bu sistem bütün dünyada var" demişti, üstelik.. Ben de "Var ama, bütün dünyanın onurlu gazeteleri böyle yazıları, tepesine koydukları 'Advertorial' sözcüğü ile ilan ediyor, yani 'Ey okur, bu yazı, sipariş edilmiştir' diyorlar. Şimdi ben Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın her yazısından, en masum olanından bile şüphe ediyorum" demiştim.
Çünkü reklam şubesi o yazı karşılığında firmadan alınan paranın belli bir yüzdesini de yazara veriyordu. Bunu da aynen açıklamıştı, Hürriyet Genel Yayın Müdürü..) yani Projeci Ertuğrul Özkök kardeşim, bu ülkenin en çok "hukuk" yazan köşe yazarı Hıncal Uluç'a "Anayasa" dersi vermeye kalkmış.
Spotify ısmarlamaları arasına sıkıştırıp, "Hıncal Abi bak Anayasa'nın 24'üncü maddesi ne diyor" başlığı altında hem de..
Diyor ki..
"Bu hafta en garibime giden yazı Hıncal Uluç'un Tarkan'a çok ağır sözlerle yüklendiği yazısı oldu.
Neymiş Tarkan, Yıldız Tilbe'nin müzisyenler için attığı topu reddetmiş.
Hıncal Abi, biz köşe yazarlarının ne zamandan beri kendi duygularımızı, öfkelerimizi zorla başka insanlara da kabul ettirmek ve açıklatmak gibi bir görevimiz var...
Hıncal Abi bak Anayasa'nın 24'üncü maddesi ne diyor:
'Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini inanç veya kanaatlerinden kınanamaz ve suçlanamaz.' Aynı şey bütün düşüncelerimiz için de geçerli değil mi..." Ertuğrul..
Bizim Mülkiye Mektebi'ne bağlı "Basın Yayın Okulu"nda okudun. Orda hukuk da okudun.
Belli Anayasa'yı da okumuşsun ama, mektepte "okuduğunu anlama" diye bir ders olmadığından, belli kendi yazdığının bile ne anlama geldiğinin farkına varmamışsın..
O dediğin 24'üncü madde fikir özgürlüğü'nü belirler. Kişinin "fikrini açıklamak kadar, açıklamamakta da özgür" olduğunu..
Şimdi, bir senedir işsiz müzisyenlerin, enstrüman çalanlar, vokal yapanlar, besteci ve söz yazarlarının işsiz ve parasız olduklarını ülke insanına duyurmak, hatırlatmak için yapılan bir "challenge" eylemine katılmaya davet etmek, ne zamandır "zorlamak" oluyor. Seni yemeğe davet etsem, bu zorlamak mı olur?.
Ya da "Benim bahçede önemli köşe yazarları toplanıp, hapishanelerdeki gazetecilerin, meslektaşların durumlarını konuşacağız, gel" desem, bunun adı zorlamak olur mu?.
Ama sen "Bu toplantı bir işe yaramaz.
Ben Zoom'la bile katılmam" dersen bunun adı ne olur, Ertuğrul Özkök Efendi..
"Challange/Meydan Okuma, 2014 yılında, tedavisi olmayan ALS hastalığına dikkat çekmek üzere, "Başından aşağı bir kova buz dökme" olarak icat edildi. Kampanyaya her türlü ünlü başta 2 milyon 400 bin kişi katıldı. Tüm dünyada bir ilgi yaratıldı. Bu ilgiye bağlı yardım kampanyaları yapıldı. Dünya zenginleri büyük bağışlarla desteklediler, ALS araştırmalarını..
Şimdi Tarkan, cep telefonunun başına geçip, plak yaptığı Yıldız Tilbe şarkısı "Kış Güneşi"ni iki dakika mırıldanıp tıklarsa, taş atıp da kolu mu yorulacaktı, yoksa ona milyon kere milyon kazandırırken, kendileri iş bulamadıkları zaman aç kalan meslektaşlarına, kalben, gönülden yanlarına olduğunu ifade etmiş, "Hadi sizin için bir şey yapalım" mı demiş olacaktı..
"Tok, açın halinden anlamaz" demiş eskiler.. Onu söyledim.
Bankada milyonları olan Megastar'ın umurunda mıydı, bugün aç olan gitarist, vokalist?.
Yıldız "Okur musun" demişti. Davet etmişti, sadece.. Tepesinde baltayla dikilmemişti.
Tarkan "Okumam" dedi. Ben de "Ayıp ettin" dedim..
Ey Anayasa'yı yazan ama o maddenin ne dediğini anlamayan, anlamadığı için beni suçlayan Ertuğrul..
O madde "Kimse fikirlerini açıklamaya zorlanamaz" diye başlıyor. Peki nasıl bitiyor..
"Kimse kanaatlerini açıkladığı için suçlanamaz!."
Benim kanaatim zengin ses sanatçısı Tarkan'ın, fakir ve aç müzisyeni zerre umursamadığı..
Şimdi sen, hem de o Anayasa maddesini başlık yapan sen, kanaatimi açıkladım diye beni nasıl suçluyorsun, hele bi söyle.. Anladın mı o yazdığın maddeyi.. Yoksa istediğin kadarını mı anladın, Projeci kardeşim?.
Yazının son cümlesi senin üstelik..
"Aynı şey bütün düşüncelerimiz için de geçerli değil mi..."
Senin bana Anayasa öğretmeye hakkın var, ama benim o Anayasa'nın sağladığı hakla, düşüncemi açıklamam suç öyle mi?
Ey, tutuklu ve hükümlü meslektaşlar..
Halinizi anlatmak, duyurmak için sakın ama sakın Ertuğrul Özkök'ten medet ummayın!. O Tarkancı.. Omuz silker, geçer!.
***
LALE DEVRİ ÇOCUKLARIYIZ BİZ!..
Sözcü gazetesinde "Bozkırın rengârenk gelinliği" başlığının altında o gökkuşağı gibi uzanan lale tarlalarını görünce Konya Ovası'nda çekilmiş, farkında olmadan mırıldanmaya başladım, "Bülent Özdemir/Sezen Aksu" ortak şarkısını..
"Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş Aşk şarabından kim bilir en son hangi şanslı içmiş.." ..Ve gözlerimin önüne Emirgan Bahçesi'ndeki o muhteşem lalezarlar geldi.. Değerini bilmediğimiz özvatanı Anadolu olan laleleri, yüz yıllar önce Hollandalılara kaptırmıştık, Acıklı hikâyeleri hep biliriz.
Kadir Topbaş İstanbul Belediye Başkanı iken, harika "Bahçeler Müdürü İhsan Şimşek" ile el ele verir ve her yıl lale zamanı "Bu çiçek bizimdir" diye dünyaya haykıran bu lalezarları, Konya ovasından getirdiği fidelerle, Emirgan'ın dünyaca ünlü Sarı Köşk'ünün çevresine ve de Sultanahmet Meydanı'na yerleştirirlerdi.
Kadir Ağbi (Benden altı yaş küçüktü ama, Ağbi ve Abla, Anadolu'da yaştan çok saygı ifade eden sözcüklerdir) her defasında beni Sarı Köşk'e kahve içmeye davet ederdi. O muhteşem lalezarları birlikte gezerdik. İstinye Yokuşu, sahilden Maslak'a gidiş geliş çift sıra park etmiş otobüslerle dolu olurdu. Milyonlarca insan gelirdi, ülkenin dört bir yanından laleleri görmeye..
Parkın kapısında yüzlerce metre kuyruk.. Sultanahmet zaten her turistin uğradığı yer..
O muhteşem güzellik, o Hollanda'nın bizden yürüttüğü laleyi geri alma hamlesine "Efendim Konya'dan buraya bunca masraf" diye aptal muhalefet edenlere şaşardım.
El ele verip destek olacaklarına..
Lalenin Türk olduğunu dünyaya duyurmanın nesi kötü?. Sen nasıl milliyetçisin aptal?.
O paralar, Konyalı çiftçiye ve milyonlarca fideyi, Konya-İstanbul taşıyan kamyonculara gidiyor. O fideler sayesinde binlerce aile ekmek yiyor.. Sen nasıl solcusun gerzek?.
Kadir Ağbi gitti.. "Her şey daha güzel olacak" diyen Ekrem İmamoğlu geldi.. Beylikdüzü'nde yarattığı harikaları gidip gördüğüm için o slogana inanmış, inandığımı da yazmıştım.
Ama "Her şey daha güzel" olmadı.. Hiçbir şey olmadı ki, daha güzeli olsun!.
Lale devri çocuklarının elleri ve gözleri lalesiz kaldı bu yıl!.
Konyalı çiftçiler, Sözcü sayfalarını bir gökkuşağı denizine çeviren lale fidelerini kime sattılar?. Satabildiler mi?.
Zahmetlerine değdi mi?.
Ne diyor zaten şarkı...
"Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş!." Lale isteyenler?.
Bizim zamanımız geçti.. İstikamet Hollanda, marş marş!.
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Kuşkusuz acıların da sonu vardır. Bir felakete düştüğünüzde ondan kurtuluncaya kadar sabrediniz. Aksi takdirde acılarınıza acı katmış olursunuz!." Hz. Ali
***
TEBESSÜM
Erkek- Bugün ne pişirdin?.
Kadın- Hiçbir şey!.
Erkek- Dün de hiçbir şey demiştin!.
Kadın- Dün iki günlük pişirmiştim!.