Yıllar yıllar önce, bir inşaatta çalışırken, okuduğu türkü ile keşfedilmiş ve ülkenin bir numaralı ses sanatçısı düzeyine kadar yükselmiş İbrahim Tatlıses'e yakıştırılan, çok da yakışan bir anekdot vardı. Cehaleti ile dalga geçmeye kalkan birine şöyle demişmiş..
"Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık!."
O zaman 70'li yıllardı. Ve bu deyiş hem de nasıl cuk oturmuştu..
Dün birinci sayfamızın göbeği, özlediğim ve alkışladığım şekilde, siyasete değil, okuyana gurur verecek haberlere ayrılmıştı. Hemen onlara daldım.
Diyarbakır'da lise okuyan Nehir Toklu ve Dicle Ezgi Ekinci adlı iki kızımız, dünyanın en ünlü üniversitesi Harvard'ı hem de burslu kazanmışlar..
Amerikalılar, liseye High School / Yüksek Okul, Üniversiteye College / Kolej derler.. Harvard öyle ama öyle ünlüdür ki, öğrencilerinden birine "Nerdensin" diye sorulduğunda, "Harvard" demez.. "Kolejliyim" der.. "Tek kolej var, o da bizimki, ötekiler palavra" havasına.. Her yıl binlerce ama binlerce başvuru alır Harvard ve kabul edeceklerini kendisi seçer, büyük bir titizlikle.. Harvard Kolej'de okumak küçük bir de servet gerektirir..
İşte bu Harvard'a hem de "burslu" kabul edilmişler, Nehir ve Dicle kızlarımız.
Ülkemize, özellikle de Güneydoğu Anadolu'ya gurur kazandıran bu iki kızımızdan Nehir, uluslararası ilişkiler ve matematik, Dicle biyomühendislik okuyacak..
Peki Diyarbakır'dan Harvard'a bu yolu kim açtı?.
İşte alkışın bir kısmı da onlara..
Ülke gururumuz eğitim yuvası Bahçeşehir, Diyarbakır'da bir Fen ve Teknoloji Lisesi açmış.. Nehir ve Dicle adlarını yan yana getirirseniz, Diyarbakır'ın da içinde olduğu Mezopotamya'ya can veren Dicle Nehri oluyorlar sanki.. Mezopotamya.. Tarihin ilk bilim ve uygarlık temellerinin atıldığı yer..
Şimdi o uygarlık, o bilim doğduğu bölgeye dönüyor işte.. Muhteşem değil mi?.
Ama dahası var.
Dicle ve Nehir'in sınıf arkadaşları Seyit Metin Barut da Brown Üniversitesi'ne gene burslu kabul edilmiş. Brown, Harvard ve Yale gibi en prestijli 8 kolejin yer aldığı Ivy League / Sarmaşık Lig okullarından biri. 1764'te kuruldu. Değerini anlayın.
..Ve bir gurur haberi daha, dünkü o "Gurur" göbeğinde..
MIT, yani Massachusetts Institute of Technology, "Dünyanın En İyi Üniversiteleri" listesinde Harvard'ı ikinci sıraya düşüren ve ben bildim bileli 1 numarada yer alan okul. Orda okuyan değil, okutan, ders veren, Doğa ve Sağlık Bilimleri Dalı'nda "İlim Yayma" ödülüne layık görülen Prof. Dr. Mehmet Zahmakıran, babasından bir telefon almış.
"Yeter artık!. Gel seni yetiştiren ülkene hizmet et.."
..Ve dönmüş, bir yarı göçebe Yörük obasının çocuğu Prof. Dr. Mehmet Zahmakıran.. Hem de Van'ı, benim gidip gördüğüm, bayıldığım ve sizin de bu köşede Van notlarıyla tanıdığınız Nuray başta pek çok unutulmaz dost edindiğim 100. Yıl Üniversitesi'ni seçmiş..
Prof. Zahmakıran, "Devletin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölge üniversitelerine sağladığı pozitif ayrımcılık gerçekten takdire değer" diyor.
Teşekkürler bu harika röportaj/habere imza atan Merve Bilkay..
***
Bu arada, Prof. Dr. Zahmakıran'ın "Devletin Doğu'ya uyguladığı pozitif ayrımcılık" deyişine dikkat edin.. Bu gözler neler gördü..
New York'un önde gelen beyin cerrahlarından Ömer Keçik de, kendiliğinden "Ülkeme hizmet edeyim" kararına vardı. Toplandı, ülkesine döndü ve Sağlık Bakanlığı'ndan iş istedi, yıllar yıllar evvel.. Devamını bu köşede okudunuz. Bir Doğu iline verdiler Ömer'i.. Koşa koşa gitti ve bir ay sonra bakanlığa başvurdu..
"Beni yolladığınız kentte ameliyathanesi olan hastane yok. Uzmanlık alanım beyini geçin, burada apandisit bile alamam. Beni ameliyathanesi olan bir kente yollayın" dedi.. Dedi dinletemedi. Toplandı, döndü New York'una.
Dahası.. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ama en büyük beyin cerrahı Dr. Gazi Yaşargil, İsviçre'de, dünyanın dört bir yanından hastalarını, altı ay öncesinden alınan randevularla kabul ederdi. Biliyorum, yaşadık. Damat Fethi'nin babası, eski Galatasaray başkanlarından Saim Gogen için randevuyu öyle alabilmiştik. İsviçre'de kurallar kesindir ve uygulanır. 65 yaşına gelince orada ameliyat yapma hakkını kaybetti. Bunun üzerine Türkiye'ye gelme kararı verdi. İçinde kendi adıyla tıp sözlüğüne geçen özel icatları da olan, milyonlarca dolar değerindeki ameliyathanesini de taşıyıp, o zaman hastanesi olmayan Bodrum'da kuracaktı. Öyleydi Bodrum.. Sevgili meslektaşım, can kardeşim Örsan Öymen, tatil yaptığı Bodrum'da kalp krizi geçirmiş, hastane olmadığı için İzmir'e nakledilirken yolda can vermişti.
O Bodrum'a dünyanın en ünlü doktoru hastane kuracaktı. Ama kuramadı Yaşargil..
Devletimiz, o milyonlarca dolarlık en birinci sınıf, en özel hastane ve ameliyat araç ve malzemesini ülkesine bedava armağan eden Dr. Yaşargil'den gümrük vergisi istedi iyi mi?.
..Ve Dr. Yaşargil, kızdı. Aylardır peşinde olanlara "Peki" dedi ve Amerika'ya gitti.
***
BU FİLMLERİ GÖRÜN...
Kusura bakmayın, başlık emir kipiyle oldu, ama başka türlü ifade edemezdim.. Çünkü bu iki filmi, sinema sevmeyenler ve de benim gibi ekranda seyretmeyi sevmeyenler dahil herkesin izlemesi lazım.. Çünkü ders.. Hani çocuklarımız ekran başında eğitim görüyorlar ya.. Aynen onlar gibi ders. Yaşam dersi..
Ben hem bu kadar güzel, sürükleyici, meraklı, ama bu kadar "yaşam dersi" veren iki film görmedim. Kadın, erkek, çoluk çocuk herkese ders olacak iki film..
Biri film gibi belgesel.. Öğretmenim Ahtapot / My Octopus Teacher!.
Öteki.. Enrico Piaggio / Vespa..
İkisi de Netflix'te..
Sokağa çıkmanın yasak olduğu iki tatil günü için, hem çok iyi vakit geçirme, hem çok şeyler öğrenme fırsatı..
İşte ilki.. Öğretmenim Ahtapot.. Güney Afrika'da yaşayan bir dalgıç ile daldığı noktanın derinliklerinde yaşayan bir ahtapot arkadaş olurlar.. Evet, aynen öyle.. Arkadaş olurlar.. Nasıl olduklarını görecek ve çok duygulanacaksınız. Hem de nasıl akıllı olduğunu, dalgıcın bir sene boyu her gün yaptığı ve çektiği filmlerle gördüğümüz ahtapot, insana, doğa, hayvan ve bitki sevgisini öğretir. Her renge bürünen, her şekle giren ahtapotu kokusundan belirleyen bir köpekbalığına karşı birlikte verdikleri savaşı anlatan sahneler de aksiyon filmlerini aratmıyor, ama hepsi gerçek..
İkincisi.. Enrico Piaggio / Vespa.. 2019'da çekilmiş, gerçeklere dayanan bir biyografi filmi..
Enrico Piaggio, İtalya'da bombardıman uçakları imal eden dünyaca ünlü bir fabrikanın mirasçısı. Ama babasından kalan, artık bir fabrika değil, İkinci Dünya Savaşı'nda hedef seçilerek bombalanmış, 10 bin işçinin çalıştığı tesisin harabesi..
Enrico Piaggio, bu harabeyi ayağa kaldırmaya geliyor savaş sonu.. Uçak yapacak hali de yok, gereği de yok. Düşünüyor.. Babasından devraldığı yöneticiler ve emektar işçiler dahil, herkesten düşünmesini ve çözüm üretmesini istiyor.. Sonunda bugün hepimizin bildiği, kadın, erkek, hatta çocuk herkesin sürebildiği kolay ve çok dengeli motosiklet, Vespa fikrini, sonra tasarımını buluyor ve o leşi ayağa kaldırıp üretmeyi de başarıyorlar.
Yapıyorlar da.. Ama satmak için tanıtım lazım..
Gazetelerde okuyorlar.. Hollywood, Roma'ya taşınmış.. Orada "Roma Tatili" diye bir film çekecekler.. Çektiler de.. Muhteşemdi. Ben beş, tam beş kez seyrettim. Gene izlerim. Bu filmde Prensesi oynayan Audrey Hepburn, bir Amerikalı gazeteciyle (Gregory Peck) birlikte bir paytona binip, Roma'nın en turistik yerlerinde dolaşacaklar.
Peki o paytonun yerini hem Gregory Peck'in, hem de Audrey'nin kullanacağı Vespa alırsa.. Sadece İtalya değil, dünya âşık olmaz mı Vespa'ya..
Film müthiş.. İnanmayı, güvenmeyi, bir ve beraber olmayı öğretiyor.. Ama engeller öyle korkunç ki. "Tamam bitti" diyorsunuz ki, "Kadın" giriyor devreye.. Aslında her şeyin Enrico Piaggio'nun etrafında döndüğü bir erkeksil film izlediğinizi sanırken, kadının sihirli gücü, dokunuşu ortaya çıkıyor, "Devam" diyen.. Dedirten..
Roma Tatili filminden alınmış orijinal sahneleri izlerken, gençliğimi yaşadım ve ayıp değil ya.. Sezen haklı ya "Ağlamak güzeldir / Süzülürken yaşlar gözünden / Sakın utanma" deyişinde, salonumdaki yalnızlığım, ama kafam ve hep yanımdaki dostlarımla ağladım.. Ağladım..
Mutluluk da ağlatır, dostlar.. Asıl güzel olan da odur, zaten..
***
KURALA UYANLAR DA VAR!..
Geçenlerde yazdım ya, Kalamış'a bir tatlı huzur almaya ve güneşi batırmaya gittiğimizi..
Aslında Bedri Usta'ya gidiyorduk, bir taşla üç kuş vurmak için.. Bir defa çok tartışılan "yeni açılma"yı gözleyecektik. İkincisi, gerçekten emsalsiz gurubu izleyecektik ve tabii Bedri'nin o efsane lezzetlerini tadacaktık.
Hemen söyleyeyim.. Kalamış yollarında ve deniz kenarında genelde kurallara uyulduğunu gördük, Ercan ve Caner'le.. Hemen herkes maskeliydi ve mesafeye dikkat ediyordu. Bedri Usta'nın zaten çok geniş dükkânında da masalar mesafeli dizilmişti, ayağa kalkanlar da hemen maskelerini takıyorlardı.
Bedri Usta, başta kendisi tüm personelin virüs ve antikor testlerini haftada iki kez yaptırdığını söyledi. Her masada kolonya ve el temizleme yasal spreyi vardı.
Önce Ali Rıza Erel Usta'nın soğuk mezelerini isteme hatasını yaptık bu defa.. Nasıl bir çeşit ve lezzet.. Sadece tattım ve inanın doydum..
Bedri Usta'nın kendi yaptığı Adana ve kadayıfı da sadece tadabildim bu yüzden..
Lezzetli ve keyifli bir akşamüzeri geçirdik ve kural gereği, saat yediye on kala kalktık..
Pardon gurup mu?.
Günlerin uzadığını unutmuşuz.. Biz kalkarken güneş hâlâ denizin iki mızrak boyu üstündeydi.. Dışarıda dokuza kadar kalabilirdik ama, sahilde, tanımadığımız bilmediğimiz insanların arasında oturmak ve yürümek istemedim, aşılı olduğum halde..
Bu işi bitirmek istiyorsak, devletin koyduğu kurallara, hatta fazlası ile uyacağız, dostlar..
***
NERDEN AKLIMA GELDİ...
Hani Erol Evgin'in çok sevdiğim, dört kuşak boyu herkesin çok sevdiği şarkısı var ya, "Nerden aklıma geldi kim bilir" diye başlar.. Aynen öyle geldi aklıma işte bu yıllanmış anı..
Mesleğin güzel günlerinde hele biz genç spor yazarları için çok ünlü şeflerin odasında toplanıp sohbet etmek seminer gibi olurdu. Milliyet'te Namık, Tercüman'da Necmi Ağabeyler.. Cumhuriyet'te bizim Abdüş (Abdülkadir Yücelman) mesela..
Ankara'dan gelmişim.. Doğru Abdüş'ün odasına gittim ki, sohbet kurulmuş.. Milliyet'te yazan Coşkun Ağabey de (Özarı) orda.. Coşkun Ağbi, Sultani'den mezun olup da Galatasaray Birinci Takımına yükselen son kuşak.. Turgay'la beraber son temsilcileri Okul-Kulüp bağının..
Münasebetsizin biri (Fenerliydi, biliyorum) sordu..
"Coşkun Ağabey!. Siz yatılı Sultani öğrenciler için çok anlatılır, çok duydum.. Şu hamamda gözüne sabun kaçma hikâyeleri.. Doğru mu onlar?."
"Hah" dedim içimden, "Coşkun Ağbi şimdi fırlayıp tokadı çakacak bu utanmaza.."
Hiç beklemediğim bir şey oldu. Coşkun Ağbi güldü.. "Doğru tabii" dedi.. "Galatasaray'da okuyup da Fenerli olanlar nasıl oluştu, sanıyorsun?."
***
TEBESSÜM
Hayır!. Senden nefret ettiğim falan yok. Sadece hayatını devam ettiren fişi, cebimin şarjını takmak için çekiyorum, o kadar!..
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Eğer dikkatli olmazsanız, gazeteler mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.."
Malcolm X (Amerikan Eşit Haklar Hareketi Lideri. Öldürüldü.)