Sevgili Venüs Dalgıç, eşi benim Ankara'da gençlik mahalle arkadaşım Uçal'la Viyana'da yaşıyor ve orada hoş şeyler derleyip, Yaso'ya, yani bize, size gönderiyor.. İşte bu Pazar günü için onlardan biri..
*
Tolstoy'un
"İnsan Ne ile Yaşar" adlı kitabında, çiftçi
Pahom'un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır.
Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir.
Gerçekten de
Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom'a "S
abah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım" der. "
Yoksa bütün hakkını kaybedersin." Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye.
Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez.
Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir gücü.
Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, burnundan kanlar damlamaya başlar.
Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz...
Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olayı bir daha izlemiştir.
Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom'u gömerler.
Reis, Pahom'un mezarının başında durur şöyle der:
"
Bir insana işte bu kadar toprak yeter!"
*
Mütemadiyen biriktirmek istiyoruz.
Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev... Gözlerimiz, midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük...
Ve insan yaşlandıkça besler, gençleştirir arzularını.
Biriktirdikçe hayata olan bağlarını artırır. Öyle bağlanır ki hayata, bir gün bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından...
Tüketmeye de çok meraklıdır insan. Biriktirdiği paranın, eşyanın, malınmülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir... Benlik biriktirirken, benliğini tüketir...
Sofraya koyabildiğimiz bir bardak çayın, zeytine, ekmeğe ulaşabilmenin bir zenginlik olduğunu ne zaman fark edeceğiz.
Doldurabildiği bir cüzdanı olmasa da bir evi muhabbetle, kanaatle dolduran bir kadının, akşamları evine gelen, ekmek getiren, "Eline sağlık hanım" diyen bir erkeğin, "Zengin" olduğunu ne zaman anlayacağız?
Gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar fakiriz hepimiz, aslında..
***
RASİM'İN ANISINA... "KUŞ HATIRALARI!."
Ölümünden dakikalar önce Sevgili Rasim Öztekin, tv yapımcı ve yönetmeni Birol Güven'e yollamış, İbrahim Sadri'nin dizeleri "Kuş Hatıraları"nı.. Herkes yazdı ama, dizelerin tümünü yazmadı.. Rasim niye o şiiri yolladı, görmek, bilmek, düşünmek ister misiniz?.
O zaman YouTube'a girin.. "Kuş Hatıraları" yazın, yanına Emre Abdik yazın ve tıklayın.. İmkanınız olursa benim gibi yapın.. Ekrana da yansıtın ve hafta sonu tatilinize, harikulade bir başlangıç yapın.. Ben gözyaşları içinde izledim, o yılları ve neleri neleri hatırladığım için..
Bu dizeleri de saklayın hele benim gibi, çocukluğunuzu 40'lar ve 50'lerde, hatta 60'larda yaşamışsanız!.
*
Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
bahçemizden ishak kuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.
kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.
Yerli malı kullanan
yurdunun üç tarafı denizlerle çevrili
kuru incir üzüm fındık
tütün çay narenciye kavun-karpuz yetiştiren
kuru üzüm inciri satan
karşılığında
çamaşır makinesi radyo ve otomobil alan
bir toprağın fertleri...
Biraz yoksul biraz mütevekkil
biraz mahcup biraz kırılgan
biraz naif ama hep umutlu...
Özlerdik.
Memleketteki halamızı
ince doğranmış bir dilim pastırmayı
yurttan sesler korosunu
akşam komşuluklarını
radyo tiyatrolarını
sabah ezanını
kalaycıyı bozacıyı
Münir Nurettin şarkılarını
Orhan Boran yarışmalarını
kandil gecelerini
duvarlarımızın sarmaşıklarını
bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
okul önü koz helvalarını
akşam oturmalarını
ve hayatı...
Top oynardık
ip atlar kedi kovalar
taşlarla birbirimizin başını yarar
mahalle savaşları çıkarır
gece olunca da tutar
babalamızın elinden
yazlık sinemaya gider
Sadri Alışık Vahi Öz
Belgin Doruk Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozlar içer
güler eğlenir bağırır çağırır
dönerken yıldızları sayardık.
Sıkı çocuklardık.
Hepimizin birer yıldızı vardı
onlara isim takardık
onlar da bize isim takardı
pus ve dumandan önce bu şehrin
geceleri gözkırpan ve isimler takılan yıldızları vardı.
Benim yıldızıma Mehlika adını vermiştik
biz kimseden yana değildik.
Kimsenin de kendinden yana olmasını istediğibirileri olmazdı.
Bir değirmendeydik öğütülen
öğütülürken türküler söyleyen
buğday başaklarına benziyorduk.
Ben çorbalardan tarhanayı
yemeklerden kurufasulyayı
sigaralardan harmanı
belki bunun için çok sevdim.
Yollar bozuk musluklar bozuk
ziller bozuk paralar bozuk
ama adamlar sağlamdı.
Bu şehrin yıldızları vardı.
Saçlarına kurdelalar takan
çivitle yıkanmış beyaz çoraplarına
leke bulaşmasın diye su birikintilerinden sakınan
gözleri önlerinde
yürekleri ve beslenme çantaları ellerinde
küçük çocukları vardı bu şehrin
bu şehrin yıldızları vardı.
Ben Fenerbahçe'yi amcam Vefa'yı tutardı.
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi.
Taksim'den Fatih'e troleybüs kalkar
Şişhane'de mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor ve fakat çok matraktı.
Muammer Karaca adına bir tiyatro binası yoktu
bizzat kendisi vardı.
Başımız ağrırdı komşumuz vardı
gönlümüz daralırdı komşumuz vardı
Çorbamızı umutlarımızı
memleket kadar kalbimizi paylaştığımız komşularımız vardı.
Geceleri bekçimiz
gündüzleri sütçümüz
bizim kadar zayıf da olsa
nohuta makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
ceplerimizde kırık misketlerimiz
çamur bulaşığı ellerimiz
ve gülümseyen bir yüzümüz
göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
bir araya gelerek çektirebileceğimiz
bir aile fotağrafımız vardı.
Bir sabah bütün iyi şeylerin
Ayvansaray iskelesinden
hayal ülkesine doğru demir alan
bir şirket-i hayriyye vapuru gibi
aramızdan ayrıldığını gördük.
Sonra Ayvansaray'ın suları çekildiğini yazdı gazeteler
Süheyla hanımın Raci beyin
Melahat mehveş ablanın
Niko'nun Ercüment efendinin çekildiğini ise yazmadılar nedense
Ama yok ama yoklar.
Ne Harman sigarası kaldı geriye ne Olimpos gazozune Sadri Alışık.
Kalan bir tortuydu belki.
Belki kırık bir rüya denizi
belki suya düşürdüğümüz suretimizin
cep aynamıza nüktedan bir yansımasıydı
herşey.
Herşey Maltepe sigarasının
her arandığında
her bakkalda bulunabilmesi ile
büyüsünü kaybetmişti belki de.
belki de biz bir rüya mı görmüştük?
Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum
Ama rüyalarımızın melekleri
ve sofralarımızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?
İbrahim Sadri
***
PAZAR NEŞESİ
Japon Gemisi Pasifik'te seyretmektedir. Geminin kaptanı, pırlantalı isim bileziğini ve Rolex saatini çıkarıp masasına koyar ve duş almaya gider.
Döndüğünde bakar ki, ne bileklik var, ne de saat..
Birlikte çalıştığı, kaptan köşküne girme hakkı olan 4 mürettebat görevlisini teker teker çağırır ve olanları anlatıp hepsine ayni soruyu sorar..
"Son 10 dakika nerdeydin?."
İngiliz geminin baş aşçısıdır.
"Geminin soğuk odasındaydım ve akşam yemeği için etleri seçiyordum."
Meksikalı geminin kamaraları
başta, hemen her şeyinin düzenli
olmasından sorumlu Kaptan
Yardımcısıdır.
"Geminin arkasındaydım. Ters asılmış bayrağı düzeltiyordum."
Alman, geminin baş makinistidir..
"Jenaratör odasına, kontrola gitmiştim.."
Fransız baş kamarottur.
"Dün gece vardiyam vardı. Uyuyordum.."
Kaptan 10 saniye içinde, hırsızı
buldu.
Hadi siz düşünün bakalım.. Hangisi hırsız?.
Bulursanız da güleceksiniz, bulamazsanız da..
Aslında cevabı haftaya yazacaktım ama, Pazar keyfinizi bozmak istemedim. Ama burada durun ve düşünün. Bakalım siz kaç saniyede bulacaksınız.
*
Hırsız tabii Meksikalı'ydı. Çünkü yalan söylüyordu. Beyaz üzerine kırmızı yuvarlaktan ibaret Japon bayrağı nasıl asılırsa asılsın ters olmaz ki!.
***
LATİN SÖZLERİ
Ubi solitudinem faciunt pacem appelant!"
Yalnızlık yarattıklarında, adına barış diyorlar!.
Tacitus