Bir yandan taşınma telaşı.. Öte yandan, A Spor için çekim bir araya gelince, hafta sonu yazıları için vaktim daraldı. İşte o sırada büyük usta, özellikle küçük hikayelerine bayıldığım Stefan Zweig'in uzun zamandır elimde bekleyen "Lyon'da Düğün" adlı enfes öyküsü aklıma geldi.
Çağ değiştiren Fransız İhtilali günlerini anlatıyordu Zweig Usta bu öyküsünde..
Bekliyordu, çünkü uzundu. Benim sayfama sığması mümkün değildi. En az iki güne ihtiyaç vardı..
"İşte o 2 gün, bu hafta sonu" dedim.. Lyon'da Düğün'ü ikiye böldüm. İlk bölüm bugün.. Devamı ve sonu yarın!.
***
12 Kasım 1793 tarihinde Barrere, Fransız Ulusal Meclisi'ne ayrılıkçı bir siyaset güttüğü için saldırılan ve zaptedilen Lyon'a dair bir önerge verdi.
Önergenin son cümlesi, şu dikkat çekici sözlerden oluşuyordu: "Lyon özgürlüğe karşı mücadele etmiştir; dolayısıyla Lyon artık yoktur!" Önergeyi veren kişi asi şehrin tüm yapılarının yıkılmasını, anıtlarının sökülmesini, hatta adının bile değiştirilmesini talep ediyordu.
Mecliste, Fransa'nın ikinci büyük şehrinin bu muameleye tabi tutulmasına dair sekiz günlük bir tereddüt yaşandı; halk temsilcisi Couthon, Robespierre'in gizli onayını da alarak, söz konusu merhametsiz karar alındıktan sonra bile uygulamada bilerek savsaklamalar yaptı. En azından görünüşü kurtarmak için, halkı büyük nümayişlerle Bellecourt Alanı'na topladı, yıkılması karara bağlanan yapılara gümüş bir çekiçle simgesel olarak vurdu ama bu yapılara kazma darbeleri nedense hep yavaş indirildi, giyotinin boğuk sesi bile şehirde pek az işitildi.
Hiç beklemedikleri bu yumuşak muameleden rahatlayan, iç savaş ve aylar süren kuşatma yüzünden yorgun düşmüş şehir kendini toplamaya başladığı sırada, insani bir zaafa kapılan halk temsilcisi görevinden birdenbire alındı ve Lyon'un yeni resmi adı olan Ville Affranchie'ye, Collot d'Herbois ve Fouche halk temsilcisi olarak atandılar.
Başlangıçta sadece gözdağı verme amacı taşıdığı sanılan kararlar, kısa sürede dehşet verici bir gerçeğe dönüştü. Yeni halk temsilcileri Meclise sundukları daha ilk raporda yurtseverliklerini kanıtlamak ve halefi oldukları temsilcinin savsaklamasına dair kuşkular uyandırabilmek amacıyla, şehirde o güne dek tek bir şey yapılmadığını bildirdiler ve hiç zaman yitirmeden dehşetli idamlarına başladılar.
Geleceğin Otranto Dükü ve kanuni davranma gerekliliğinin yılmaz savunucusu olan Fouche, nam-ı diğer mitrailleur de Lyon (Lyon'un Mitralyözcüsü), bu idamların gündeme getirilmesinden hiç mutlu olmayacaktı.
Sakince vuran kazmaların yerini yapıları bir anda yıkan barutun kokusu almıştı. Güzelim binalar birbiri ardına yerle bir oluyor, "Güvenilir olmayan, üstelik kifayetsiz" giyotinin yerine tüfeklerle yapılan yaylım ateş, hatta top kullanılarak yüzlerce mahkum aynı anda idam ediliyordu.
Aralıksız çıkan ve giderek sertliği artan kararnamelerle adaletin keskinliği de artıyor, bir tırpan keskinliğindeki bu adalet devasa insan demetlerini biçip duruyor, tabuta yerleştirip toprağa verme işlemleri bu hıza yetişemediğinden dolayı Rhone Nehri mezarlık görevi görüyordu.
Sanıkların hızla artması yüzünden hapishanelerde adam koyacak yer bulunamıyordu. Sonuçta kamu binaları, okul ve manastırların bodrumları hapishane olarak kullanılıyor ama bu uygulama da kısa ömürlü oluyordu. Çünkü tırpan gecikmeden çalışmaya devam ediyordu. Sırtlar altına serilen samanların aynı gövdeye bir geceden uzun yatak olmasına hiç rastlanmamıştı.
Kan kokan bu soğuk ayın buz kesmiş bir gününde, bir grup mahkum yine kısa sürecek bir ikamet için hükümet konağının bodrumuna istiflendiler.
Öğle saatlerinde birer birer komiserin önüne çıkarılıp birkaç kısa soru ve cevaptan oluşan sorgulamaları yapılmış ve geleceklerine dair karar hemen alınıvermişti. Altmış dört kadın ve erkekten oluşan mahkum grubu tavanı alçak, çürümüş şarap fıçısı kokulu, önde yakılan bir ocağın ısıtmaktan çok aydınlatma görevi gördüğü bu loş yerde karışık düzen oturuyordu. Pek çoğu gevşek hareketlerle kendilerini ot çuvallarının üzerine bırakmıştı, geriye kalanlarsa oradaki tek tahta masada hızlı hızlı veda mektupları kaleme alıyordu.
Şu soğuk yerdeki mum ışığından bile kısa ömürleri kaldığının farkındaydılar. Kimse fısıltıdan yüksek sesle konuşmuyordu.
Derken konağın önündeki caddeden patlamaların derin sesi ve yıkılan binaların çatırdısı geldi. Ne var ki, yaşadıkları olayların, hele son sorgulamanın gürültülü hızı yüzünden kimsede duygularına başvurma ve aklını kullanabilme yeteneği kalmamıştı. O karanlıkta mezarları hemen önlerinde açılıvermişçesine durgun ve sessiz, artık hiçbir beklentileri kalmamış, canlılara yönelik bir ilgi duymadan kıpırtısız beklemeye devam ettiler.
Akşam saat yediye gelirken, kapıya birden sert bir tekme vuruldu. Dipçik sesleri işitilirken kapının paslı sürgüsü gıcırdadı. İçerdekiler engel olamadıkları biçimde irkildiler. Bir gecelik ertelenen idam teamülünün aksine, hemen şimdi mi infaz edileceklerdi?
Aralanan kapıdan gelen güçlü esintiyle, mumun mavi alevi mumu bırakıp gitmek istercesine harekete geçti. Bu hareketle birlikte bilinmeyen bir kişinin içeri girişine dair büyük bir korku da uyandı. Bu büyük korku uyandığı gibi aniden yatıştı, çünkü başgardiyan yeni bir mahkum grubunu getirmek için açmıştı kapıyı.
Yeni gelenler yirmi kişi kadardılar; başgardiyan onlara ne bir tek söz etti ne de zaten dolu olan bodrumda yer gösterdi, merdivenden aşağı indirdi, o kadar. Ağır demir kapı yine gıcırdayarak kapandı.
İçerdekiler yeni gelen mahkumlara hiç de sıcak bakmadılar. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü insan her yere hızla uyum sağlamak ve kısa süre yerleştiği bir yeri bile evi gibi benimsemek eğilimi taşır.
Önce gelenler, bu küf kokan nemli bodrumu, leş gibi ot çuvallarını ve ateşin önündeki yerlerini ister istemez evleri olarak görüyorlardı. Yeni gelenler davetsiz sığıntılar olarak algılanmıştı.
Yeni gelenlerse, ölüm bu kadar yakınken böyle şeyleri düşünmenin anlamsızlığı ortada olsa da, öncekilerin soğukluğunu hemen fark ettiler. Sonuç ne kadar tuhaftır ki, aynı yazgıya yolculuk eden bu iki grup arasında ne bir selamlaşma oldu ne tek söz olsun konuşma..
Yeni gelenler ne ot çuvallarında yer istediler ne de masada.. Asık bir bir suratla sessizce bir köşeye sığındılar. Önceden hüküm süren sessizlik, bir de bu karşılıklı tavır alışla sıkıcı bir gerginliğe dönüştü.
Sessizlik tiz, ışık saçan, başka bir dünyadan gelir izlenimi veren bir haykırışla bölündü. Kendi içinde en derine gitmiş olanları bile sarsıp çağıran ve ilgisiz kalmanın mümkün olmadığı bir sesti işitilen. Yeni gelenler arasından bir kız ayağa fırlayıverdi. Diğerlerinin arasından sıyrılıp pencereye doğru, orada yaslandığı parmaklıktan ayrılıp kendisine doğru gelen gence, "Robert, Robert!" diye bağırarak giderken kollarını iki yana açan, işte bu kızdı.
Bu iki genç, aynı ateşten çıkan iki alev gibi, gövdeleri ve ağızları birleşerek sarıldılar. İkisinin de içinde aynı alev vardı. İkisi birden ağladılar ve gözyaşları yanaklarından aşağı süzüldü, aynı gırtlaktan çıkarcasına hıçkırarak birlikte ağlıyorlardı.
Gerçekten inanmanın güçlüğüyle.. Çünkü bu denli mutluluk veren bir olayın gerçek olmasına inanamamanın şaşkınlığıyla, bir an ayrıldıktan sonra bu kez daha sıcak biçimde sarıldılar birbirlerine.
Sonsuz bir duygu seli içinde, sadece bir başlarınaymış gibi, şaşkınlıkla kendilerine yaklaşan diğer mahkumlara hiç kulak asmadan aynı soluğu alıp vererek ağladılar, hıçkırdılar, konuştular ve bağırdılar.
Genç kız, yüksek mevkideki bir belediye memurunun oğlu Robert de L... ile küçük yaşlardan beri arkadaş, bir kaç aydır da nişanlıydı. Evlenme belgeleri kilisede ilan edilmişti.
Meclis askerlerinin şehre girdikleri o kan dolu günde nikahları kıyılacaktı ama Percy'nin ordusuna katılıp Cumhuriyete karşı savaşan delikanlının görev ahlakı, onu zor duruma düşen generale yardıma koşmaya zorlamıştı.
Haftalar boyunca delikanlıdan hiç haber gelmemişti, kız nişanlısının sınırı geçip kapağı İsviçre'ye attığını ummaya başlamıştı. Derken şehrin katiplerinden biri kıza delikanlının yakalandığı ve bir gün önce devrim mahkemesinde yargılanarak ölüme mahkum edildiğini haber vermişti.
Nişanlısının tutuklanıp en büyük cezaya çarptırıldığını öğrenen cesur kız, doğanın yalnızca kadınlara bahşettiği, zor durumlarda ortaya çıkıveren sırrına erişilmez büyülü güçle, herkesin çekindiği halk temsilcisinin huzuruna çıkmış ve nişanlısının affedilmesini istemişti.
Kızın ayaklarına kapanıp yalvardığı Collot d' Herbois, hainlere asla affedilme şansı vermeyeceğini söyleyerek kızı reddetti. Kız hiç duraksamadı, en az ilki kadar sert ama ondan daha kurnaz yöntemler kullanan diğer halk temsilcisi Fouche'ye koştu.
Kızın perişan halini görünce merhamet duyguları uyanan Fouche yalana başvurdu; nişanlısına yardım etmek istediğini ama çok geç kalındığını (Usta dolandırıcı sözünün burasında önündeki evrak arasından eline ilk geleni çekip monoklü üzerinden bakmayı ihmal etmemişti).
Robert de L...'nin o gün öğleden sonra Brotteaux mesire yerinde kurşuna dizildiğini bildirdi.. Bu cin fikirli politikacı deneyimsiz kızı kandırmıştı, kız nişanlısının öldüğüne hemen inandı. Ne var ki, bu acıya kadınsı bir tevekküle katlanacağına artık anlamını yitirmiş yaşamını gözden çıkardı. Saçlarındaki Cumhuriyetçilerin kokardını söküp yere çaldı ve çiğnedi. Hemen odaya koşan adamlarıyla birlikte Fouche'nin, acımasız katiller, tüm cellatlar gibi aslında korkak olduklarını açık kapılardan tüm binaya işittirecek denli yüksek sesle haykırdı.
Askerler ellerini bağlayıp odadan çıkartırlarken Fouche'nin çiçek bozuğu suratlı sekreterine kendi tutuklanma emrini bizzat yazdırdığını kulaklarıyla işitti.
(Devamı ve sonu yarın..
***
Tebessüm
Din dersi hocası "Benim yaşam ilkem 'Çok çalış, çok eğlen, çok dua et' çocuklar" dedi sınıfa.. Sonra "Ayşe sen kendi ilkeni söyle" dedi..
"Bırak geçmişte olan geçmişte kalsın" diye cevap verdi Ayşe..
"Çok güzel" dedi Hocası.. "Niye bu ilkeyi seçtin?."
"Tarih dersi hocam için!."
***
Sevdiğim Laflar
"Sen, sende kimin misafir olduğunu bilsen hiç üzülmezdin.."
Mevlana