Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Öykümüz Maksim Gorki’den... Kalyüşa!.

Bu pazar öykümüz efsane Rus öykü yazarı Maksim Gorki'den.

*

Mezarlığın en yoksul bir köşesinde, yağmur sularıyla aşınmış, rüzgarlarla dağılmış mezar tepecikleri arasında, bunlardan birinin üzerinde, cılız iki kayın ağacının dantelli gölgesi altında, basma entarili siyah başörtülü, yaşlıca bir kadın oturuyodu.
Kadının, yarı yarıya kırlaşmış saçlarının bir kakülü, kuru ve buruşuk sol yanağı üzerine düşmüştü.
İnce dudakları, sımsıkı kapalıydı; bunların uçları ağzının iki yanında derin birer çizgi meydana getirecek biçimde aşağıya doğru sarkmıştı. Göz kapakları da, çok ağlamış, çok acı çekmiş ve uykusuz geceler geçirmiş insanlarda olduğu gibi aşağıya doğru sarkmıştı.
Onu uzaktan seyrettiğim sürece hiç kımıldamadan oturdu; yanına yaklaştığım zaman da kımıldamadı, yalnızca iri ve kederli gözlerini bana kaldırdı, sonra yine ilgisizce indirdi.
Ama kadının bu bakışında, yanına gelişimden ötürü ne duyduğunu anlamama yarayacak ne bir soru, ne bir can sıkıntısı, ne de buna benzer herhangi bir anlatım vardı.
Kadına selam verdim ve bu mezarda kimin yattığını sordum.
Kadın, uysal ve ilgisiz karşılık verdi: "Oğlum..."
"Büyük müydü?"
"On üçünde..."
"Öleli çok mu oldu?..."
"Beş yıl oluyor."
Kadın içini çekti. Yanağı üzerindeki saçlarını başörtüsünün altına soktu. Hava sıcaktı. Güneş acımadan ölüler kentini kasıp kavuruyordu. Mezarların üzerindeki cılız otlar, güneş ve tozdan kızarmıştı. Haçların arasında, şurada burada, tek tük göze çarpan, yine tozla örtülü ağaçlar da -sanki onlar da ölüymüş gibikımıldamadan duruyordu.
Başımla oğlunun mezarını göstererek sordum: "Neden öldü?" Buruşuk eliyle toprak tümseğini okşayarak kısaca, "Araba çiğnedi," dedi.
"Peki, bu nasıl oldu?" Kibarca davranmadığımı hissediyordum.
Ama bu annenin umursamazlığı beni hem kışkırtıyor, hem sinirlendiriyordu.
Esrarlı bir hevesin etkisiyle bu kadının gözlerinde gözyaşları görmek istiyordum. Ondaki bu umursamazlık doğal değildi ama onun, kendini tutmak için hiçbir çaba harcamadığını da görüyordum.
Sorum, kadının gözlerini tekrar bana kaldırmasına neden oldu. Sessizce, tepeden, tırnağa kadar beni süzerek, düşünceli ama sakin anlatmaya başladı:
"Bakın bu nasıl oldu. Oğlumun babası, devlet parasını zimmetine geçirdiği için bir buçuk yıl kadar hapishanede yatmıştı. İşte o sıralarda biz, varımızı yoğumuzu satıp geçindik. Zaten eşyamız, kap kacağımız da pek azdı. Kocam hapishaneden çıkacağı sıralarda odun yerine sobamızda bayırturpu yakıyordum.
Bir bahçıvan, işe yaramayan, çürük bayırturplarını bana vermişti. Ben de bunları kurutarak, gübreyle yarı yarıya karıştırıyor ve sobada yakıyordum.
Dehşetli tütüyordu.
Yemekler de fena fena kokuyordu.
Kalyüşa o sırada okula gidiyordu. Canlı, hareketli ve evine çok bağlı bir çocuktu.
Örneğin okuldan eve gelirken yolda gördüğü bir tahta parçasını koltuklar, doğruca eve getirirdi. Evet... İlkbahar gelmiş, karlar erimeye başlamıştı.
Oysa çocuğun ayağında hala keçe çizmeler vardı. Tabii, keçeler kar suyunu çekiyordu. Eve gelip de çizmelerini çıkardığı zaman ayakları kıpkırmızı olurdu. İşte tam bu sıralarda babasını hapishaneden salıverdiler ve arabayla eve getirdiler.
Hapishanede ona inme inmişti.
Adam yattığı yerden bana bakarak ekşi ekşi sırıtıyordu.
Ben ise, onun başı ucunda duruyor ve düşünüyordum:
Şimdi ben bir de bu adamı, beni mahveden bu adamı nasıl besleyecektim?
Şeytan, "Yakaladığın gibi, sokağa, çamurların içine atıver" diyordu...
Kalyüşa ise, bu hale bakıp bakıp ağlıyordu. Sapsarı kesilmişti.
Babasına bakıp bakıp ağlıyor, yanaklarından, nah şöyle, iri iri yaşlar yuvarlanıyordu.
Bana dönerek, "Anneciğim, ona ne oldu?" diye sordu.
"Ne olacak," dedim, "ölümünü bekliyor..." İşte o günden başlayarak, her şey baş aşağı gitmeye başladı.
Her şey ters gitti. Ben, ayağı yanmış it gibi koşuyor, didiniyor ama günde yirmi kapikten fazla kazanamıyordum. Yirmi kapik kazandığım zaman kendimi mutlu hissediyordum. Hani, ölümüme çoktan razıydım. Kalyüşa ise bu duruma bakıyor, fena halde sıkılıyordu...
Bir gün artık canıma tak dedi. "Bu melun yaşamdan bıktım artık," diye söylendim, "ya ben geberip kurtulayım, ya da sizden biriniz geberiniz!" Tabii, burada kastettiğim Kalyüşa'yla babasıydı.
Kalyüşa'nın babası başını sallıyor ve,"Yakında nasıl olsa geberip gideceğim, küfredip durma, biraz dayan!" demek istiyordu.
Kalyüşa'ya gelince...
Dikkatle bana baktı ve evden çıkıp gitti...
Hemen aklım başıma geldi ama iş işten geçmişti. Geç kalmıştım.
Çünkü Kalyüşa evden çıkıp gideli henüz bir saat olmamıştı ki bir süvari polisi geldi ve;
"Bayan Şişenina siz misiniz?" diye sordu.
Hemen felaketi sezinlemiştim.
Polis, "Lütfen hastaneye geliniz," dedi, "Tüccar Anohin'in arabası oğlunuzu çiğnedi." Arabayla hastaneye koştum.
Arabanın içinde, iğnelerin üzerinde oturuyor gibiydim. Hem gidiyor, hem kendi kendime, "Mutsuz kadın" diye lanetler savuruyordum... Sonunda hastaneye geldim. Kalyüşa, baştanbaşa sargılar içinde olduğu halde yatıyordu. Gülümsüyor ve yanaklarından yaşlar akıyordu.
Yavaşça kulağıma fısıldadı, "Anneciğim, beni bağışla!..
Paralar karakolda..."
"Aman Tanrım, Kalyüşa,"dedim, "ne paraları?...
"Canım," dedi, "ahalinin ve tüccar Anohi'nin verdiği paralar!..." "Niçin verdiler bu paraları?..."
"Canım işte şunun için," dedi ve yavaşça inledi. Gözleri kocaman kocaman olmuştu.
Ona tekrar sordum:
"Evladım, Kalyüşa, nasıl oldu da koca arabayı görmedin?..." Kalyüşa, hiç çekinmeden, açık açık, "Ben onu, yani arabayı gördüm," dedi. "Ama kenara çekilmek istemedim.
Araba beni çiğner, bana para verirler diye düşündüm. Gerçekten de verdiler." İşte Kalyüşa bana bunları söyledi. Onu, meleğimi anlamıştım ama geç anlamıştım.
Ertesi gün sabahleyin can verdi, ölünceye kadar kendini hiç kaybetmedi.
Durmadan bana, "Anneciğim, babama şunu, şunu al; kendine de şunu ve şunu al!" deyip duruyordu.
Gerçekten de ona verdikleri para pek çoktu. Bir yığın para vermişlerdi: Tam kırk yedi ruble. Anohin'e gittim. Ama o bana yalnız beş ruble verdi.
Küfretti durdu, "Herkes gördü ya," diyordu, "çocuk kendisi gelip arabanın altına girdi.
Sen gelip burada bana kafa tutuyorsun!..." Ben bir daha da ona gitmedim, işte, bu iş böyle oldu, efendimiz!..." Kadın sustu...
Hikayeyi anlatmadan önce nasıl idiyse, yine öyle ilgisizdi.
Mezarlık sessiz ve tenhaydı.
Haçlar ve bunların arasındaki cılız, ağaçlar, toprak tümsekleri ve bunlardan biri üzerinde mahzun bir tavırla oturmakta olan umursamaz kadın...tüm bunların hepsi de insanların acısını ve ölümü anımsatıyordu.
Bulutsuz gökyüzü masmavi ve yakıcıydı.
Elimi cebime sokarak biraz para çıkardım ve henüz yaşarken ölmüş olan bu mutsuz kadına uzattım.
Kadın başını salladı, ağır, tuhaf bir tavırla;
"Merak buyurmayın efendimiz," dedi, "bugünlük param var. Zaten benim çok paraya ihtiyacım yok, şimdi artık bir başımayım.. Artık dünyada kimsem yok!"
Ve derin derin içini çekerek acıyla büzülmüş ince dudaklarını sımsıkı kapadı.

***


Faruk Nafiz!..

Yavuz Donat, Hüseyin Yayman dostumla Anadolu'yu dolaşırken, Faruk Nafiz Çamlıbel'in ilkokuldan beri okumaya doyamadığım Han Duvarları şiirinden söz etmişti. Babam subay olduğu için o hanları da, duvarlarını da görmüşlüğüm vardır, belki biraz da ondan çok sevmiştim, şiiri. Çok vurucu ve uzun bir manzum öyküdür, Han Duvarları.. Bir gün onu da naklederim size..
Bugün Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" şiir kitabından çok da güncel, aslında her zaman güncel dizeler seçtim size..

*

Kızıma
Vücut, akan bir sudur,
Adem, bir umman, kızım.
Hayatın aslı budur,
Gayrısı yalan, kızım.

Madem ki bir ırmaksın,
Çağlayıp akacaksın,
Niçin derdiyle yaksın,
Seni bu devran, kızım.

Sal gönlünü sevince,
Düşünme fazla ince.
Oku, vakti gelince,
Bahtına meydan, kızım.

Ömründe dört fasıl var,
Üçü kış, biri bahar.
Çalış ki görmesin kar
Sendeki nisan, kızım.

Gül mateme uzaktan,
Ne çıkar ağlamaktan?
Sen ayrılma şafaktan,
Geceler zindan, kızım.

Neş'eli ol, neş'eli,
Varsın desinler deli!
Eğlenmeli, gülmeli
Her gün, her zaman, kızım.

Gençlik tutulmaz elle,
Geçirme boş emelle.
Sen bunu böyle belle,
Güzel kızım, can kızım

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

***


Pazar Neşesi

Bayan Smith, aile doktoruna gitti ve "Bana bir doğum kontrol hapı reçetesi yazar mısınız" dedi.
"Ama Bayan Smith" dedi, doktoru şaşkın şaşkın.. "Siz 77 yaşındasınız.
Doğum kontrol hapını niye kullanacaksınız ki?."
"Daha iyi uyumama sebep oluyor" dedi, Bayan Smith, sakin sakin.
Doktor daha da şaşırdı.
"Bunca yıllık doktorum, böyle şey duymadım.
Doğum kontrol hapı, nasıl oluyor da sizi daha iyi uyutuyor?."
"Onları dövüp her sabah benimle yaşayan torunum Liza'nın portakal suyuna karıştırınca, geceleri öyle rahat uyuyorum ki, doktor!."


Latin Sözleri
"Honestus rumor alterum est patrimonium"
"Onurlu bir şöhret, ikinci bir mirastır!"
Publilius (Babama minnetlerimle..)

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA