Geçen hafta içinde Ercan Arıklı'nın, benim arkadaşım, kardeşim, patronum, Hıncal Uluç olmamda katkısı çok büyük Ercan Arıklı'nın ölümünün 17. yılıydı. Vatan'da kurduğu dergi gurubunun önde gelenlerinden Onur Yıldırım bir yazı ulaştırdı bana..
"Dergilerin Prensi" Ercan Arıklı o kadar sıradışı, o kadar alışılmadık bir patrondu ki birlikte çalıştığı herkes, hayatında en az bir kere, kendine bu soruyu sordu. Oysa cevap basitti. Böyle bir patron olurdu ve vardı da... Bu yazı, Ercan Arıklı'nın son çocuklarından 'Hayatın pimini çeken adam'a bir selam olarak yazılmıştır" diyordu girişinde, ön söz gibi, Emel Lakşe..
Onur'u aradım. "Emel'e söyle beni ağlattı" dedim..
İşte o yazı..
*
10 Ocak 2003... Güneşli ama soğuk bir kış gününde Ankara... Telefonun ancak üçüncü çalışına yetişebiliyorum. Açıyorum, karşımda son derece kibar bir kadın sesi... "Ben Ercan Bey'in asistanı Gül" diyor, "Ercan Bey sizinle görüşmek ister." Heyecanımın sesimden belli olmamasına dua ederek "Buyursunlar" diyorum. Üç-beş saniye ya geçiyor ya geçmiyor, Ercan Bey'in sesini duyuyorum: "Emel Hanım, gönderdiğiniz yazıları aldım ve okudum. Önümüzdeki bir-iki ay içinde yeni bir dergi yayınlama hazırlığındayım. Bu yeni derginin Ankara Temsilciliği'ni yapar mısınız?" Şaşkınlığımı gizleyip o anda çıkarabildiğim en profesyonel ses tonuyla cevap veriyorum:
"Ama Ercan Bey biz tanışmıyoruz bile..." "Olsun" diyor "Ne fark eder? Elbet tanışırız. Yazılarınızı okudum ve beğendim. Şu anda önemli olan da bu."
.....
Bu konuşmadan tam bir hafta sonra İstanbul'daydım. Patronumla görüşmeye gidiyordum ama çoktan işe alınmıştım bile... Durum gerçekten çok tuhaftı ama birlikte çalışmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra onun hiç de bildiğimiz patronlar gibi biri olmadığını, hem başkalarından dinleyecek hem de bizzat tanık olacaktım.
Bu konuda herkesin düşüncesi ortaktı; efsanevi Nokta dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Arda Uskan'ın dile getirdiği gibi "Allah aşkına böyle patron olur mu"ydu?
Ona bakarsanız olması gereken zaten buydu, başka türlüsü düşünülemezdi. Çok nadir verdiği röportajlarından sonuncusunda Ayşe Arman'a patronluğun aslında ne demek olduğunu şu cümlelerle anlatan adamdı ne de olsa...
"Benim Gelişim'de yaptığım şuydu: Ben insanlara ortam hazırlıyordum. En ufak potansiyelin bile ortaya çıkması için gereken ortamı hazırlamakla yükümlüydüm. Öyle yapacaksın ki oraya severek gelecekler, ayakları geri geri gitmeyecek. Bir özgürlük ortamı yaratacaksın. Ama bilecek ki ancak başarılı olursa orada kalabilir."
Peki, bizzat yarattığını düşündüğü isimler var mıydı? Ona göre kimsenin kimseyi yaratması diye bir şey söz konusu değildi: "Ben kimseyi yaratmadım ama pek çok insana şans verdim. O bakımdan yaratmak kelimesi abartmalı ama içindeki ışığı gördüğüm pek çok insan olmuştur."
Böyle diyordu demesine ama ortada apaçık bir gerçek de duruyordu. Sahibi olduğu Gelişim Yayınları Türk basını için bir okul gibiydi. Orada Ercan Arıklı'nın rahle-i tedrisinden geçen sayısız isim yetişmişti.
Nokta dergisi ilk yayınlanmaya başladığında işe aldığı ve aslında çok azı gazetecilikten gelen genç ekibine verdiği destek unutulmazdı... "Siz asılın ben sizi bir yılda gazeteci yaparım" diyordu Nokta'dakilere... Zaten mesleğinde ekol haline geldiği konulardan biri de asıl işi gazetecilik olmayanlardan star gazeteciler yaratması değil miydi?
Gelelim bizlere... Şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki, bizler onun "son çocukları"ydık. O elim kaza olmasa bile Ercan Bey, Vatan Dergi Grubu'nu emekliliğinden önce imzasını atacağı son iş olarak görüyordu. "Haftalık" onun için bir tür jübile olacaktı yani... Ve dergilerin prensi basın dünyasına görkemli bir finalle veda etmek istiyordu. Bunun için belki de bizlerden daha çok çalıştığını söylemek herhalde yanlış bir saptama olmayacaktır.
Söyler misiniz; hangi patron çıkardığı dergi için 400 -evet yanlış okumadınız tam 400- konu bulup yedeklerdi? Ya da hangi patron bir günlük kaçamak tatilinde keyfine bakacağı yerde plajda bile elinden yayıncılıkta başarı sırları ile ilgili kitapları bırakmazdı?
(Hıncal'ın notu.. O kaçamak tatili ona zorla ben yaptırmıştım. Hillside'ın Fethiye'de yeni açılan dünya güzeli tatil köyüne götürmüştüm onu, topu topu bir hafta için ikna ederek.. O bir hafta boyunca, elinden bin sayfalık kalın, İngilizce bir kitap düşmedi. Tişört cebinden de durmadan not aldığı küçük defter eksik olmadı.
Kitap, gazetecilik ve dergicilik üzerine yeni bir New York Times yayınıydı. Durmadan onu okudu tatil boyunca.. Altını çizerek. Ve bitirdi. Konuşurken, etrafa bakarken, bir şey kapar, onu da hemen küçük defterine not ederdi. Çıkardığı Haftalık Dergisi'ne konu yapmak için.. Tatilde, çok ender, bu defa benim sürüklememle gittiği cennette bile aklı gazetecilikte, dergicilikteydi yani.. Dönerken uçakta bana "Hıncal iyi ki zorladın da getirdin beni.. Bu tatile öyle ihtiyacım varmış ki" dedi, sanki tatil yapmış gibi.. Üç gün sonra o meşum ve melun kazada değil, cinayette öleceğini nerden bilebilirdim ki?.)
Neredeyse bizim yapmamız gereken işleri bile yapacaktı. Hızına yetişmek mümkün değildi ve bu konu bazen yaş ortalaması 30'u geçmeyen ekibimiz için gıpta konusu olabiliyordu.
Biz bize konuşurken hep aynı noktaya takılıyorduk. Kariyere ihtiyacı olan o değil bizlerdik ama onun enerjisi bizlerden kat kat fazlaydı. Aramızda kim daha çok çalışacak diye gizli bir rekabet bile başlamıştı.
Ölümünden sonra çalışma arkadaşı ve yakın dostu Selahattin Duman'dan öğrendiğimize göre kimsenin bizlere laf söylemesine tahammülü yoktu:
"İnandığı insanları sonuna dek savunurdu. Dergisindeki çocukları da. Oysa haber toplantısına girdiklerinde içerde alacak meselesinden kavga çıktığını sanırdınız. Onlara bağırdığını katiyen kabul etmezdi. Onlara bağırma hakkı kendisinindi. Ama biri onlar için bir laf söylediğinde de anında dikilirdi."
Bunu o yaşarken de bilmiyor değildik gerçi. Hayatı boyunca işiyle insani ilişkilerini tuhaf bir biçimde hem bir arada hem de apayrı tutmayı başarmış biri için bu çok da şaşılacak bir özellik değildi tabii. Ama yine de Ercan Bey bir yolunu bulup bizi şaşırtmayı her zaman başarıyordu. Ölümünden sonra bile...
Son görüşmemizde, haziran ayının ilk haftasında piyasaya çıkacak sayı için benden "Nazım Hikmet'in Kadınları"nı yazmamı istemişti. Malum, 3 Haziran usta şairin ölüm yıldönümüydü. Telefonda heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Doğrusu biraz şaşırmıştım çünkü Ercan Bey telefon konuşmalarından hoşlanmaz, söyleyeceğini söyler, konuşmayı mümkün olduğu kadar kısa tutardı. Ama o gün nedense uzun uzun anlatıyordu. Nokta'yı... Refik Erduran'ın ilk kez Nazım'ın kaçışını anlattığı ve günlerce dilden düşmeyen o meşhur sayının nasıl ortaya çıktığını... Kapak konusunu yazmak için herkesin talip olduğunu... Ama bu işin Ayşenur Arslan'a verildiğini... Biraz da özlemle mi anlatmıştı bütün bunları, yoksa bana şimdi mi öyle geliyor bilmiyorum.
Bildiğim tek şey var: Araya başka işler girdi, "Nazım Hikmet'in Kadınları" o sayıya yetişmedi... Başka hiçbir sayıya da... Çünkü o haftanın kapağında -ne yazık ki Nazım Hikmet'in değil, onunla aynı ölüm tarihini paylaşan- Ercan Bey'in fotoğrafı vardı.
"Nazım'ın Kadınları" mı?
Ercan Bey'in şimdi Onur'da (Yıldırım) duran "Konular listesi"nden arada bir bize göz kırpıyor, o kadar...
*
Haftalık 2007 yılının Mayıs ayında kapandı. Ercan Bey'le birlikte çıktığımız yolculuğa son verirken ilk ekipten geriye sadece 5 kişi kalmıştık.
Belki Haftalık, Nokta'nın o müthiş başarısını yakalayamamıştı ama Ercan Bey'in doğumunu göremediği Boxer, Gelişim Yayınları'nın bir başka efsanevi dergisi olan "Erkekçe'nin 2000'li yıllardaki temsilcisi" unvanını hem de en yetkili ağızdan almayı başaracaktı... Erkekçe'nin Genel Yayın Yönetmeni Hıncal Uluç, "Erkekçe'min 2005 temsilcisi Boxer'ı çok seviyorum. Onlar da beni seviyorlar. Zaman zaman onlar için röportajlar yapıyorum" derken kadim dostu Ercan Arıklı'nın "Son çocukları" ile duyduğu gururu da açıklıyordu.
Yaşamının son günü hakkında yazılıp çizilmedik neredeyse hiçbir şey kalmadı Ercan Bey'in. Aslında o gün öğleden sonra saatlerinde kapak toplantısı yapacakmış. Nedense vazgeçmiş. Tam da kapakta yeni bir stil deneyecekken tuhaf şey ama "Siz halledersiniz artık" demiş.
Eskilerin "Ecel çağırdı" dedikleri cinsten yani... Çıkıp gitmiş işte... Gidiş o gidiş...
Ercan Bey'den bana kalan son görüntü ise bambaşka...
İstanbul'a her gidişimde aramızda artık geleneksel hale gelen, benim gülüp geçtiğim ama onun ciddiye aldığını bildiğim o diyalogla...
"Ercan Bey, şu caddede karşıdan karşıya geçerken ödüm kopuyor vallahi. Bir gün yeterince hızlı koşamayacağım ve nurtopu gibi bir basın şehidiniz olacak."
"Aman Emel, bunun şakası bile hoş değil, dikkat et gözünü seveyim. Sen Ankara'da böyle bir trafiğe alışık değilsin. Lütfen başıma iş çıkarma benim..."
Galiba onu hep böyle hatırlayacağım ben... Ve tabii her seferinde, karşı kaldırıma vardığım zaman, 7. kattaki penceresinden elini kaldırarak verdiği o selamla...
*
"Ercan Arıklı az sayıda 'Yaşam bilgesi'nden biriydi. En iyi profesyonelleri bilir ya da bulurdu. İleride en iyi olacak gençleri de sezer, onlarla çalışırdı."
Güneri CIVAOĞLU
"Türk medyasında iki sessiz ihtilalin lideriydi. Hepimize, gazeteciliğin siyasetten ibaret olmadığını hayatın çok daha geniş, renkli ve keyifli alanlarını medyanın iskanına açmamız gerektiğini öğreten insandı. İkincisi de, Türk medyasının kapılarını kadınlara ağzına kadar açan patrondu. O kapıdan çok başarılı kadınlar girdiler. Mezun oldular ve bugün çok önemli mevkilere, köşelere geldiler."
Ertuğrul ÖZKÖK
"Ercan Bey bize güvendi. Kadınları basın dünyasının süsleri, hoş aksesuarları gibi değil, asil üyeleri olarak gördü. Herkesin söyleyip de yapamadığını yaptı: Gerçekten de karşısındakinin cinsiyetini unuttu ve liyakati esas aldı. Basının yazılı olmayan kurallarını hiçe sayarak en üst kademede sorumluluklar verdi."
Gülay GÖKTÜRK
***
PAZAR NEŞESİ
Karantina günlerinde kent yaşamından patlayan genç çift, banliyöde bahçeli bir villaya taşındılar.
Genç kadın ertesi gün, yıkadığı çamaşırları bahçeye asan komşusuna baktı..
"Komşudaki kadın çamaşır yıkamayı aceleye getirmiş. Hepsi kir lekesi dolu" dedi.
Ertesi gün gene komşusuna baktı.
"Bu kadın çamaşır yıkamayı bilmiyor. Şu beyazlardaki kire bak" dedi kocasına.. "Belki de deterjanını değiştirmeli."
Kocası eşine baktı ve sustu. Ama komşu ne zaman bahçesine çamaşır assa, eşinin eleştirileri sürdü gitti.
Bir ay sonra, kadın yan bahçeye baktı ve bir çığlık attı..
"Aaaa!. Komşunun çamaşırları nihayet tertemiz.. Kim öğretti ona acaba, çamaşır yıkamayı?."
Kocası "Bu sabah erken kalktım, karıcım" dedi. "..Ve bizim camları sildim!."
LATİN SÖZLERİ
"Gravis animi poena est, quem post facti paenitet."
"Yaptığından pişman olmayan akıl, cezasını ağır öder!"
Publilius