Çok sevdiğim, merakla okuduğum ama çok zor bulduğum Socrates dergisinde, bugüne dek çıkarmaktan en fazla gurur duyduğum dergi, Gelişim Spor'u yazmış, o dergimizin Fatih Altaylı ile birlikte yazı işleri müdürü olan Yiğiter Uluğ..
Gözümde harika anılar canlandıran bu yazı, günümüz spor yazar ve okurları için de çok ilginç olacak.
Hatta her gazeteci için.. Bu yüzden bazı bölümleri, bir pazar, dersler alınacak bir keyif yazısı olarak sunuyorum.
"Bir yaz gecesi rüyası olarak başlayan Gelişim Spor, Türk spor basınını kökünden değiştirmişti. İz bırakan o sayfaların eşliğinde geçmişe dönelim" diye başlıyor Yiğiter yazısına..
*
Yapış yapış yaz gecelerinden biriydi. Saatlerdir, hatta günlerdir süren çalışmanın sonuna gelmiş, tüm sayfaları son bir kez daha satır satır okuduktan sonra matbaaya göndermiştik. İnsanın sinir uçlarına zımpara yapan bir bekleyiş başlamıştı artık... Günün ilk ışıklarıyla birlikte yorgunluğa yenik düşenlerden kimi bir koltuğa kıvrılmış, kimi masanın üzerinde kolunu başına yastık yaparak uykuya dalmıştı. Neden sonra geniş salonun lambri kaplı duvarlarında o sihirli iki sözcük yankılandı: "
Dönmeye başladı!"
Fatih Altaylı ile birlikte fırlayıp, merdivenleri uçarcasına indik. Binanın bodrum katındaki matbaa,
rotatifin bizim kulaklarımıza müzik gibi gelen gürültüsüyle zangırdıyordu. Makinenin ağzından yeni basılmış ve henüz renkleri oturmadığı için çamura düşmüş gibi görünen ilk formayı aldık.
O anda dünyanın en mutlu iki insanı bizdik galiba; bebeğini kucağına almış iki genç baba...
Yapmıştık işte, olmuştu! Aylardır verdiğimiz emeğin, döktüğümüz terin ürünü elimizdeydi.
Tarih 9 Ağustos 1988'di. O sabah mürekkep kokan sayfalarında gezindiğimiz dergi, bir gün sonra piyasaya çıkacak, bir döneme damgasını vuracak, çok uzun ömürlü olmasa da basın dünyasına pek çok insan yetiştirecek ve galiba en önemlisi, geleceğin spor medyasının şekillenmesine çok ciddi katkıları olacaktı. Adı Gelişim Spor'du...
Başımızda
Hıncal Uluç ve Attila Gökçe gibi çok tecrübeli iki spor gazetecisi vardı. Onlarla aynı kuşaktan
Ergun Hiçyılmaz ve İsmet Gümüşdere ağabeylerimiz birer hazine
değerindeki arşivlerini önümüze sermişti.
Ancak bir sorun vardı: Kadronun geri kalanı hayli genç ve tecrübesizdi (künyede yazı işleri müdürleri olarak gözüken Fatih Altaylı ile benim henüz 27 yaşından gün almamış olmamızdan belli değil mi?) Dezavantaj gibi görünen tecrübe eksikliği, aslına bakılırsa bilinçli bir tercihin sonucuydu.
O zamanlar yaygın kullanılan adıyla Babıali'de yapılan gazetecilik, 1980'li yıllarda dünya standartlarından kopmuş, kural ve ilkeler tamamen gözardı edilmiş, asparagas habercilik, ucuz mizah ve pespaye başlıklar hızla yayılan bir virüs gibi tüm sayfaların içine işlemişti.
Spor, ne yazık ki magazinle beraber bu çürümenin öncüsüydü. Bu nedenle
Gelişim Yayınları'nın sahibi Ercan Arıklı, dergi çıkarırken, Babıali kadrolarıyla arasına mesafe koymaya çalışırdı. Henüz öğrenciliğini bitirememiş (ki ben de onlardan biriydim) veya yeni mezun, yabancı dil bilen gençlerle Batı'da örneklerini gördüğü ve yakından takip ettiği yayınların kalitesine yaklaşan dergiler yaratabileceğine inanırdı.
Küçücük bir yelkenli ile okyanusa açılmaya benziyordu kalkıştığımız iş...
Hıncal Abi, Fatih'le bana bir ödev verdi: Dünya üzerinde ulaşabildiğimiz bütün spor dergilerini inceleyecek; içeriklerini, sayfa düzenlerini, boyutlarını, kâğıt cinsini, fiyatlarını listeleyecek ve bunlardan kendimiz için en uygun olanı (veya olanları) örnek almaya çalışacaktık.
Mart başından hazirana kadar dergi yığınlarıyla boğuştuk, yanılmıyorsam.
Sports Illustrated, Kicker, Sport Bild, L'Equipe Magazine, France Football, Guerin Sportivo, Shoot sürekli baş ucumuzdaydı.
Fotoğraflara, yazı karakterlerine, başlıklarda yaptıkları esprilere ve kelime oyunlarına, kullandıkları tablolara ve grafiklere, karikatürlere bakıyor, bir kenara yazıyorduk. Bazı yazıları, röportajları çeviriyor, içerik ile üsluba da hâkim olmaya çalışıyorduk.
Sonunda
Hıncal Uluç, herkesi odasına topladı, Fatih
ve ben sırayla tahtanın
başına geçtik
ve anlattık da anlattık...
Genelkurmay'ın brifinglerini andıran bu bilgi paylaşımı iki gün sürdü.
Gelişim Spor'un yazısız bir kuralı vardı: Ekibin her üyesi fikrini cesaretle ve açıklıkla söyler, sonunda
Hıncal Uluç'un dediği olur! Bu aramızda sıkça tekrarlanan bir şakaydı ama
Hıncal Abi'nin aslında herkesi can kulağıyla dinlerken kafasındakilerle o sırada söylenenleri çarpıştırdığını ve optimumu yakalamaya çalıştığını bilirdik. Dimağı açık, özgüveni yüksek ve vizyonu geniş tüm yöneticiler gibi...
Provalara başladık.
Logosuyla olimpiyat halkalarına mütevazı bir selam çakan Gelişim Spor, neredeyse hiç reklamı ve tanıtımı yapılmamasına karşın okuyucular, özellikle gençler tarafından ilgi ve coşkuyla karşılandı. En kötü günlerde 15 bin civarında gezinen satış rakamı, Fenerbahçe'nin 103 gollü şampiyonluğu ve Galatasaray'ın Neuchatel ile Monaco'yu eleyerek Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final oynaması gibi özel haftalarda 30 binin üzerine çıktı.
Yine de bu başarı derginin uzun soluklu olmasına yetmedi; 1990'ın Aralık ayında 120. sayıyı göremeden tutkunlarına veda etti Gelişim Spor.. Teknik sebep olarak ilan gelirlerinin düşüklüğü gösterildi ama birkaç ay önce Gelişim Yayınları'nın el değiştirmesi ve
yeni patron Asil Nadir'in genel müdürlüğe getirdiği Aycan Giritlioğlu'nun, Hıncal Uluç yönetiminde çıkan iki dergiye (Gelişim Spor ve Erkekçe) sıcak bakmaması da önemli bir etkendi.
Gelişim Spor, o dönemde çok satan gazetelerin spor sayfalarında görmeye alışkın olduğumuz ne varsa hepsinin zıddını yapmaya çalıştı. Röportajlar, bir futbolcuyla yan yana çektirilen iki kare fotoğrafın altına yazılmış birkaç beylik cümleden ibaret değildi. Saatler süren bant çözümleri, söyleşiyi veren kişinin dünyasından hiç değilse bir kesiti okuyucuya aktarma gayretinin simgesiydi.
Başlıklarda, kapak spotlarında klişelerin kolaycılığına kaçmamak için hararetli tartışmalara sahne olan toplantılar yapılırdı.
Subjektif değerlendirmelerden ziyade istatistiklere ağırlık verme çabasındaydık.
Özellikle derbilerde maç istatistiği tutulur (daha önce örneği hiç görülmemiş bir şeydi ve çoğu spor yazarı buna gülüyordu), yorumcuların yazılarında bu verilerden yararlanması sağlanırdı.
O yıllarda Türk takımlarının Avrupa kupalarında tur geçebilmesi nadiren yaşayabildiğimiz bir sevinç olduğundan ve hemen her rakip bize üstün göründüğü için, basının kura çekimlerinde kalemine pelesenk ettiği bir "
Ateşe düştük" kalıbı vardı. Bununla dalga geçebilmek için Monaco- Galatasaray eşleşmesini "
Monaco ateşe düştü" başlığıyla vermiştik mesela...
Bazıları o günler için yeni, cesur, alışılmamış işlerdi...
Örneğin, daha dergi çıkmadan ligde oynayan 260 futbolcuyla yüz yüze görüşüp (ne sandınız, cep telefonu icat edilmemiş ki daha) hayli geniş bir anket yapılmış. Sorular: En beğendiğiniz savunmacı, orta saha, forvet, yerli oyuncu, yabancı oyuncu... "
Size göre en sert oyuncu kim?", "
Oynamayı en sevdiğiniz stat hangisi?", "
En ateşli tribün nerede?" diye gidiyor... Bugün çok gelişmiş iletişim olanaklarına karşın herhangi bir gazete ya da dergi böyle bir anket yapabilir mi?
Dile kolay, 260 futbolcuya ulaşabilir mi?
Eski bir dost gibi görünce içimi ısıtan bir başka iş, Fenerbahçe'nin özel şampiyonluk sayısında efsanelere yazdırdığımız mektuplardı... Yalan yok, bizim fikrimiz değildi. Guerin Sportivo'da görmüştük orijinalini... Fenerbahçe şampiyonluk ipini göğüsleyince kulübün tarihinde parlak sayfalara imza atmış anlı şanlı Lefterlerden, Can Bartulardan, Mehmetçik Basrilerden o günün şampiyonlarına hitaben birer mektup yazmalarını istedik.
Misal Lefter, Rıdvan Dilmen'e yazmıştı.
Can Bartu'dan Oğuz Çetin'e, Basri Dirimlili'den Küçük Şenol'a, Fikret Arıcan'dan Aykut'a, Cemil Turan'dan Hasan Vezir'e, Almanya'da Hamburg kalesi korumuş Özcan Arkoç'tan Toni Schumacher'e...
Fenerbahçeliliğin ne olduğunu anlatan sımsıcak satırlardı hepsi... Lefter, "
Antrenmanları çok sevmediğini, yeterince çalışmadığını, vücuduna iyi bakmadığını duyuyor ve üzülüyorum" diyerek kulağını bükmeye çalışmıştı Rıdvan'ın... Yıllar ne kadar haklı olduğunu gösterdi maalesef.
Bugün Socrates'in çıkmasını her ay sabırsızlıkla bekleyenlerin büyük çoğunluğu, Gelişim Spor'a yetişememiştir.
Kısacık ömründe ortaya koyduklarıyla, spor gazeteciliği tarihimizde derin bir iz bırakan bu dergiye hiç dokunmamış olabilirsiniz ama emin olun ki o dergi size dokundu. Nasıl mı? Çok basit bir örnek..
Şimdi her köşede karşınıza çıkan ve sanki futbolun oynandığı ilk günden beri var olduğunu sandığınız asist, isabetli pas, kaleyi bulan şut, kolay kurtarış, zor kurtarış gibi istatistiklerin ilk kez o dergide yer bulabilmesi için
Altan Tanrıkulu adında yirmi yaşında bir delikanlının Hıncal Uluç'a saatlerce dil döktüğünü, olumlu cevap alanadek melül bakışlarla dakikalarca karşımızda oturduğunu söylesem inanır mısınız?
Gelişim Spor, 90'larda yine ne yazık ki kendisi gibi rüzgâr misali gelip geçen Yeni Yüzyıl gazetesindeki spor sayfalarının temelini attı. Kelimenin tam anlamıyla 'altyapıdan yetiştiren bir ocak' oldu.
Gelişim Spor-Yeni Yüzyıl-NTV Spor Servisi-Radikal bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek spor basınındaki ilkesizlikten, yalan haberden, transfer balonlarından sıyrılarak sağlam bir omurga kurdular. Yeni bir okuyucu tipolojisi oluşturmakla kalmadılar, günü geldiğinde Socrates'in de kök salacağı verimli bir toprağı sürdüler.
Çok uzattım, artık nokta koyma zamanı... Yazmadan edemeyeceğim bir şey var; Gelişim Spor'un torunu gibi sevip kucakladığım Socrates'te 1990'ların kapağa taşındığı sayıda Televole'ye on sayfa ayrıldığını görmek çok dokunmuştu bana... O programı 'spor magazini' diye pazarlayan reyting avcılarının yediği naneleri anlatması, ne yalan söyleyeyim, içime battı.
Gelişim Spor'un kısıtlı imkânlarıyla karşısına dikildiğimiz yeldeğirmenleri tam da onlardı işte...
Don Kişotların kaderi hiç değişmeyecek mi?
*
Socrates'i eğer buldurabilirseniz, bu yazının tümünü okumalısınız..
***
PAZAR NEŞESİ
Leş gibi kokan, zurna gibi sarhoş bir adam otobüse binmiş. Gidip bir rahibin yanına oturmuş. Gömleği lekeler içinde, yüzünde de ruj izleri.. Cebinde bir şarap şişesi..
Gazetesini çıkarıp okumaya başlamış. Birkaç dakika sonra rahibe sormuş..
"Peder, eklem romatizması neden olur?."
"Bayım" demiş, rahip.. "Kötü yaşam tarzı, ucuz hastalıklı kadınlarla beraber olmak, fazlasıyla alkol kullanmak, yanındakileri taciz etmekten.." "Vay anasını.." demiş adam..
Az sonra, rahip adama çok sert davrandığını ve ayıp ettiğini düşünmeye başlamış.. Dönmüş..
"Özür dilerim" demiş.. "O kadar kaba davranmamalıydım size.. Kaç yıldır eklem romatizması ağrıları çekiyorsunuz?."
"Ben eklem romatizması değilim" demiş adam, gazeteyi işaret ederken..
"Papa, öyleymiş.. Bakın!."
SEVDİĞİM LAFLAR
"Cuivis potest accidere, quod cuiquam potest!."
"Birinin başına gelen, herkesin başına gelebilir!
Publilius